Saturday, March 27, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -1



3 Nisan ile 10 Nisan 2010 tarihleri arasında Likya Yolu yürüyüşüne katıldım; 11 arkadaştan ya da 11 doğaseverden oluşan bir ekipti bu; Tahsin beyin eşi Cihan hanım etkinliğin yürüyüş kısmına katılmadı ama o da yaptığı değişik katkılarla, hazırladığı güzel yemeklerle ve kendi başına bölgede yaptığı yürüyüşlerle etkinliğin önemli bir parçasıydı. Fikir babalığını ve her türden teşviki Yahya hocanın, teknik altyapı ve gönüllü rehberliği de Müslüm hocanın yaptığı etkinlikte Kalkan-Myra (Bugünkü Demre) arasındaki kadim yol yüründü, ki yaklaşık 120 kilometrelik bir yürüyüş etabıdır bu. Bu etapların daha ayrıntılı öykülerini anlatmadan önce bu konuda biraz genel bilgi vermek, bu blogları okuyanların da Likya bölgesine ilgi duyar hale gelmelerine bir katkıda bulunmak arzusundayım.

1996 yılı, Garanti Bankası'nın 50. kuruluş yılıydı ve bu çerçevede düzenlenen proje yarışmasını "Fethiye'den Antalya'ya Likya Yolu" projesi kazanmıştı. Projeyi sunan kişi İngiliz uyruklu bayan Kate Clow'dur. 1947 doğumlu bayan Clow ilerleyen süreçte Türk vatandaşı olup Kardelen Karlı ismini almıştır. Bilgisayar eğitimi görmüş, açık üniversitede muhasebe ve işletme okumuş ve son olarak da İstanbul Üniversitesi'nden uluslararası işletme diploması almıştır. British Aerospace gibi kurumlarda da çalışmıştır.


Bu projeyle birlikte Fethiye-Antalya arasındaki 509 kilometrelik antik yol işaretlendi ve tabelalarla donatıldı; 1999 yılında da, yani sadece 11 yıl önce hizmete açıldı. Doğa turizmi açısından önemli ve takdir edilecek bir çalışmadır bu. Ölüdeniz'den başlayan bu uzun parkur, dünyadaki ilk 10 yol arasında yer alır ve Avrupa'daki en uzun 4. yoldur. Likya'nın kayıtlara geçmiş 45 tane Site Devleti vardı ve işte bütün bu site devletler birbirlerine patikalarla bağlanarak bir ulaşım ağı kurulmuştu. Likya Yolu, M.Ö. 168 yılında kurulmuş Likya Federe Birliği'nin bir ulaşım sistemidir. Bu yol için "Çok Taşlı Bol Kayalı Yol" demek gerekir; sanki dünyanın bütün delikli taşları bu bölgeye baharat gibi yukarıdan serpilmişlerdir; sürekli görüldükleri için bu taşlar gece insanın rüyasına bile girebilirler!.. Delikli kaşar peynirine ya da deniz süngerine benzerler. Bu yolda etrafı seyretmek için durmak gerekir, çünkü önümüze bakmadan yürümemiz neredeyse imkansız gibidir. Keçiler gibi sürekli olarak bir taştan ötekine zıplamak, ayağı devamlı olarak epeyce bir yükseğe kaldırıp indirmek mutlak bir zorunluluktur.






Antalya Fethiye arasındaki bölgeye Teke yarımadası denir; teke, erkek keçidir ve bu bölgede tekelere sıkça rastlanır; berbat kokuları vardır ve hatta yaşamım boyunca benim en sevmediğim koku bu teke kokusudur; uzaktan duyunca burnumu tıkarım hemen!.. Geçenlerde aldığım bir Van otlu peynirinde de bu koku vardı ve direkt çöpe attım, gerçi kuşlara verseydim daha doğru olurdu, ama onlara da yazık etmek istemedim!.. Keçilerin boyutları da etkileyici büyüklüktedir; tuhaf bakışları vardır, sanki sizi bir yerden tanıyormuş, sanki akrabalarıymış veyahut askerliği sizinle birlikte yapmışlar gibi bakarlar ya da benim deyimimle "Mal gibi bakarlar!"
Hint-Avrupa kökenli bir halk olan Luvi'ler binlerce yıl önce Anadolu'ya gelip bu bölgeye yerleşmişlerdir. Bu bölgedeki antik kentler bir federasyon oluşturmuşlardır ve Likya bu federasyonun ismidir. Likya daha sonra Romalıların bir eyaletine dönüşmüş, Latince adıyla Provincia Lycia olmuştur; bölgede, Yunan saldırıları, Pers istilaları, depremler olmuş, Arap akınları, korsan saldırıları yaşanmış ve Likya bölgesi terk edilmiştir. 13. yüzyılda Türk beylikleri gelip bu bölgeye yerleşmişlerdir. Toprağı sahipsiz bırakırsanız, birileri gelip oraya yerleşir; bu, bir tarihsel gerçekliktir. Eğer bu toprakları korumamış olsaydık, oralara ancak vizeyle gidebilecektik. Toprak önemlidir, çok önemlidir.


Likya Birliği 23 şehirden oluşur; bu şehirlerden önemli olanları şunlardır: Xanthos, Patara, Pinara, Tlos, Myra ve Olympos. Likyalılar Hititlerin müttefikleriydi. Hitit imparatorluğu çöktükten sonra Likya bir Neo-Hitit krallık olarak ortaya çıkmıştır. Likya sözcüğü Likus'tan gelir ve Likus da Yunan mitolojisindeki kişilerden biridir.
Antik Likya Yolu'nun ilk etabı Hisarönü Faralya arasındaki 13 kilometrelik yoldur. Ölüdeniz Faralya arası bir koydur ve bu bölge Kelebekler Vadisi olarak bilinir. Burada yürüyüş Ölüdeniz'den başlar ve Faralya köyünde biter. Yukarıdan Ölüdeniz'in görülmesi açısından güzel bir etaptır. Faralya köyüne giden yol 2000 metreye yakın yükseklikteki Baba Dağı'nın eteklerinden gider; baba gibi dağdır yani. Bu dağın zirvesinden yamaç paraşütü atlayışları yapılır. Bu etabın en önemli bölümü 100'e yakın bitki türünü bünyesinde barındıran Kelebekler Vadisi'dir. Burada Kaplan kelebeklerine rastlanır. Likya Parkur'u her 50 metre'de bir ve bazen de oldukça sık aralıklarla işaretlenmiştir, ama dikkatli olunmadığı taktirde bu işaretler rahatlıkla kaybedilebilir ve rotadan bilinmeyen bir yöne doğru kolayca sapılabilir. Bu etap boyunca Kozağaç köyü ve bir de Kirme köyü vardır. Son durak Faralya köyüdür. Böylece 1. etap tamamlanır. Bu etapları yürümediğim için daha ayrıntılı bilgi vermeyeceğim.
Yol boyunca görülen yağmur sularıyla dolu su sarnıçları, uzaktan gürleyen çağlayanlar, tatlı patikalar, enfes kekik kokuları, daracık geçitler, insanı bazen gıdıklayıp bazen acıdan hoplatan dikenler, dut ağaçları, kokulu çam ağaçları, sıcak köylüler, durgun çobanlar, haylaz keçiler, sırnaşık sarmaşıklar, ağır başlı değirmenler, çelikten çınarlar, zakkumlar, antik kalıntılar, cılız çeşmeler, taş evler, her türden çiçek, sakin kamplumbağalar, bütün bunlar antik yolu güzelleştiren önemli öğelerdir.


Bunun gibi 22 etap daha vardır. Yani Likya Yolu toplam 23 etap olarak belirlenmiştir. Elbette bunlar görecelidir. Siz günlük olarak ne kadar yürümüşseniz sizin etabınız o olur. O yüzden Likya Yolu 50 etaptır demek de doğrudur, 6 etaptır demek de doğrudur; resmi sayılabilecek etap sayısı 23'tür demekle yetinelim burada. Her etabın kilometreleri GPS'lerle ölçülmüştür. Fakat bu uzunluklar yanıltıcı olabilirler. Yani 7 kilometrelik bir etap 15 kilometrelik bir etaptan çok daha zorlu olabilir ve çok daha uzun sürebilir; bu nedenle etapların zorluk derecelerini iyi bilmek gerekir. Likya Yolu'nun özelliği her etabının inişli çıkışlı olmasıdır. İniş çıkışı ve taşı olmayan bir etap yoktur. Yol boyunca anıt mezarlar, antik şehir surları görülürler; hamam kalıntıları, çeşmeler ve akustik tiyatrolara da rastlanır. Likya Yolu üzerinde Toros dağları da bulunduğundan bu dağların 10 000 bitki türünü barındıran zenginlikleri de keşfedilmek üzere orada durmaktadırlar.


Yürüyeceğim etapların bir öyküsünü, eve garaj yapımı ve bütün öteki gereksiz günlük işlerden fırsat buldukça hafta içinde yazacağım; yol boyunca not almadım, sadece gece yarısına yakın, o güne dair birkaç genel not aldım; bunun dışında Ülkü'nün ilk günlere dair aldığı notların onun yazısını okuyabildiğim kısımlarından ve fotoğraflardan hatırlama yapacağım ve yine her zamanki gibi hafızamda ne kalmışsa onları, gördüklerimi gördüğüm gibi, eğip bükmeden, artılarıyla ve eksileriyle, övgülerimle ve eleştirilerimle bloglarımda paylaşacağım.
Aslında bu not alma işinin 2 ideali vardır. Birincisi Amelie filminde barda oturan o tuhaf adam gibi bir teybe yürürken ses kaydı yapmaktır, öteki de ara sıra 20'şer dakikalık molalar verip minik bir bilgisayara notları taze taze yazmaktır. Tabii grup etkinliğinde gruba uyma mecburiyeti olduğundan özellikle ikinci metodu uygulamak zordur. Eğer tek başıma ya da yolda gördüğümüz o Almanlar gibi 2 kişi yürüseydim getireceğim bilgisayara doğrudan yazma yolunu seçebilirdim. Bu tarzın güzelliği, o an aklınıza gelip sonra da bir kelebek gibi uçan her şeyi yakalama fırsatını size sunmasıdır. Akıl, bir çiçektir; bazen ona güzel fikir kelebekleri gelip konarlar; onları hemen resmetmezsek kelebek sonsuza dek uçup gider.
Ege ve Akdeniz kıyıları gerçekten büyüleyici yerlerdir. Sadece bir sahneyi görmek insanı hemen esir alır. Bazı şeylerin bir çekim gücü olur ve biz bu çekimden kurtulamayız. Geçenlerde gece yarısından sonra TV'ye bir bakmak istemiştim. Ben genellikle gece yarısıyla 1 arasındaki National Geographic belgesellerine ilgimi çekerse bakarım ve gecenin sessizliğinde olaya daha iyi konsantre olurum. NG kanalına gelinceye kadar da biraz zaping yaparım. Böyle kanal kanal geçerken bir anda gözüme "Alaca karanlık" sözcüğü ilişti. Bu esrarengiz kelime benim en çok sevdiğim kelimelerden biridir. İngilizcesi Twilight da çok güzeldir.
Filmde başrolde Demi Moore oynuyor. Rachel adındaki bir kadın yazarı canlandırıyor. Yazarın çocuğu bir gölette boğulmuştur; bu durumdan sarsılan Rachel İskoçya'da bir kasabaya gider, bir kulübeye yerleşir ve yeni kitabını bitirmek istemektedir. İskoçya bir gizemler ve rüyalar ülkesidir. Ben bu aşamada filmi izlemeye başladım. Kulübenin karşısında küçük bir ada var ve bu adada da bir deniz feneri. Rachel, deniz fenerindeki bekçiyle tanışır, sürekli oraya gitmeye başlar; aralarında duygusal bir ilişki başlamıştır; daha sonra kasabadakiler bu bekçinin 7 yıl önce ölmüş olduğunu söylerler, her şey bir anda büyük bir gizeme dönüşür. Bu atmosfer benim hoşuma gitti. Zaten Deniz Fenerleri, özellikle kuzey ülkelerindeki o gizemli havaların bu esrarengiz binaları insanın hayallerini süsler. İnsanın bir şeye bağlanması öyle uzun süren bir süreç değildir; ben alaca karanlık sözcüğünü gördüm, ardından enfes bir deniz feneri, meraklı bir yazar, oraya, adaya doğru alaca karanlıkta giden meçhul bir kayık, bütün bunlar beni bir anda filme bağlamıştır. Ege kıyıları ve Akdeniz kıyılarında da bizi hemen kendilerine bağlayabilecek mükemmel koylar, eşsiz antik mekanlar, harika pastoral panoramalar vardır.
Umuyorum ki, Likya Yolu yazılarımın sonunda bu bölgeye ilgi duyanlar çoğalır ve yol boyunca gördüğümüz yabancı turistlerin sayısından çok daha fazla kendi doğa severlerimiz o bölgede artarlar. Bu yolun tamamını çok küçük bir grupla, en fazla 2 ya da 3 kişiyle çadırlı olarak yürüyüp çok ayrıntılı ve edebi düzeyi yüksek bir kitap yazmayı da doğrusu isterim. Belki bir gün bu mümkün olur, çünkü her şey mümkündür, hayal edebileceğimiz her şey. Kitapçılara gittiğimizde bayan Kate Clow'un kitabınının yanında bizim yazdığımız kitabın da aranması, sorulması güzel olur.
Bu gezi benim özellikle hoşuma gitti, çünkü pek çok antik harabeden geçtik. Doğrusu bu harabelerde bir müddet yalnız dolaşmak da zihnimizin hulyalara dalması açısından çok hoş olurdu. Çünkü grupla her şey algılanamaz; bazı şeyler yalnızca sessizlik ve yalnızlıkta algılanır; yazı yazmak da böyledir; şahsen ben insanların arasında hiçbir zaman yazamam; başıma biri dikilsin, benim kalemim yani klavyemin tuşları bir milim dahi oynamaz.
Az ve öz okuyanlar grubundan olduğum için yazılarımda genellikle belirli isimlerden bahsederim: Johann Wolfgang von Goethe bu isimlerden biridir. Üstat Goethe'nin meşhur İtalya Gezisi vardır. Goethe orada dolaşırken her şeyi günlük olarak not etmişti. Roma yakınlarındaki yıkıntılardan geçerken müthiş heyecanlanmıştır. Üstada göre bütün insanlık en güzel sanat eserlerini İlkçağ'da vermişti. Ortaçağ sanat eserlerine, barok ve gotik mimarlık yapıtlarına pek yüz vermemiş, Romalılardan kalma taş kalıntılar içinde mest olmuştur. Harabelerde her zaman müthiş bir gizem vardır; oralarda yaşamın bilgeliği gizlidir sanki; taşların arasından fırlayan ağaçlar, o taşların üzerinde gezinen kertenkeleler, geceleri kalıntılar üzerine konan baykuşlar... yıkıntılar gerçekten insana sırlarla dolu bir mesaj verirler. Harabeler melankoliktir; bitmişliği simgelerler; büyük uygarlıkların ne hale geldiklerini gözler önüne sererler. Basdığımız taşlar inanılmaz neşelere, müthiş trajedilere tanık olmuşlardır. Biz, Likyalıların ruhu üzerinde yürüdük, tarihin üzerinde yürüdük ve artık biz de bir Likyalı olduk, çünkü onlarla ortak bir şey paylaştık; kiminle ortak bir şey paylaşmışsanız, siz o olursunuz, o da siz!..
Antik Likya Yolu boyunca pastoral hayatın, kır yaşantısının, çobanların yaşamlarının en güzel anlarına, sahnelerine tanık olduk. Bu anların bazılarını görüntüleyebildim. Picasa Albümüme yüklediğimde bunları da değerli okuyucuyla, dostlarla paylaşmış olacağım. Likya için Işık Ülkesi denir. Nazım hoca yol boyunca birkaç kez Nazım Hikmet'in bir şiiri olan "Güneşi İçenlerin Türküsü"nden bölümler okumuştu. Aklıma gelmişken bu şiirden bir parça buraya aktarayım:
Güneşi İçenlerin Türküsü
"Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
Altın yeleli aslanların ağzını
Yırtarak
Gerindik!
Sıçradık;
Şimşekli rüzgarlara bindik!
Kayalardan
Kayalarla kopan kartallar
Çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
Şaha kalkan atlarını!
Akın var
Güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
"Ya İstiklal ya ölüm" anlayışına sahip onurlu Likyalıların bir zamanlar yürüdükleri yollarda yürümek, halen silinmemiş izlerini sürmek hayallerimizi zenginleştirdi.
Mehmet Murat ildan