Friday, April 16, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -7



Bu yazımı Likya Yolu Yürüyüşü'nün son yazısı olarak kaleme, daha doğrusu klavyeye alacağım; son değerlendirmeleri yapacağım ve bloglarımın tozlu rafları arasına koyacağım; gerçi burada pek toz da yok gibi!..


Günlerden beri Fransızca "Grande Randonne" denilen işaretlenmiş yollarda yürüyorduk. Portekizliler bu kırmızı beyaz çizgilerle işaretlenmiş yerlere Grande Rota, Büyük Rota derler. Uzun mesafeli patikalar olan bu GR Yolları henüz Türkiye'de yeni sayılır. Fransa'da mesela işaretlenmiş uzun mesafe patikaları 60 000 km kadarlık bir uzunluğa ulaşmıştır. Bu işaretleme sisteminin Karadeniz'de de yapılması gerekir; eğer Karadeniz halkı buna karşı çıkarsa bu durum kesinlikle dikkate alınmamalı ve Karadeniz rotaları hızla işaretlenip Uluslararası ve Ulusal trekkingcilere sunulmalıdır. Avrupa'nın çok güzel uzun-mesafe yürüyüş yolları var, mesela Norveç'ten başlayıp İtalya'ya giden bir GR Rota var ya da Hollanda'dan başlayıp Polonya'ya giden rotalar var. Bunların çok ayrıntılı bilgileri olur; mesela "Level Walking Route" derler, yani inişi çıkışı olmayan, dümdüz parkurlar vardır. Her konuda olduğu gibi biz bu konuda da geride kalmışız. Tabii bu GR yollarının tamamını Türkiye'de 6 ay içinde tamamalayıp bitirmek mümkün, yeter ki istensin; bu tür işler çok hızlı bir biçimde tamamlanabilir. Fakat yöneticilerimiz yetersiz ve çok yavaşlar; vizyonları yok, ufkun derinliklerine bakacak keskin bakışları yok, ancak ceplerini görebiliyorlar.
Türkiye'de bir de Saint Paul Uzun Mesafe Yolu var. 500 km kadar. Yolun bir kısmının İsa'nın havarilerinden Aziz Pavlus'un Anadolu'ya geldiğinde izlediği yol olduğu söylenir. Türkiye'nin 2. uzun rotasıdır bu. 1000 km'lik bir Evliya Çelebi Rotası da önerilmiş. Biz şimdi yeniden kendi GR Rotamıza dönelim.
Yürüyüşün 6. günü olan 8 Nisan Perşembe günü hedefimiz Apollonia'ydı. Üçağız'daki meşhur Telemen pansiyondan minibüsle Boğazcık köyüne gittik ya da "Kılıçlı 1 km" yazılı levhanın önüne gittik diyeyim, bu bölümü pek iyi hatırlamıyorum. Bizim karabaşlar yine geceyi oralarda geçirmişlerdi ve bıraktığımız yerde bizi bekliyorlardı; bizi görünce aşırı bir sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. 1 km'lik çerez yürüyüşten sonra tepedeki Apollonia'ya vardık. Burası Kaş'tan 22 km uzaklıktadır. Likya Birliği kentlerinden biridir. L şeklindeki bir kayalığın üzerinde kuruludur derler ama ben pek L şekli algılayamamıştım.


Burada en çok hoşuma giden yerlerden biri Apollonia tiyatrosuydu. Tüm Likya'nın en küçük tiyatrolarından biriydi; 10 kişilikti sadece, herhalde özel konuklar için yapılmıştı!.. Kentin etrafında halen ayakta kalabilmiş surlar vardı. Bir kilise gördük; Bizans dönemine ait bir kilisedir bu. Apollonia'dan sonra "Sıçak Yarımadası" denen yere yakın Aperlai'ye gidecektik, ve Apollonia, Teke ve Sıçak yarımadaları arasında kalmış bir yerdeydi, Kılınçlı köyüne yakındı. Apollonia, Helence Apollon'un Yurdu demektir, yani Muratia dersek bu da "Murat'ın Yurdu!" olur. Biz, kentin akroplisini gezdik. Surların üzerinde yürüdük. Taşlara, tarihe dokunduk, taşlar da bize dokundu. Aşağıdaki ovalarda çirkin sera tarımcılığını gördük; ovanın yemyeşil görünümü naylon poşet şeklindeki seralarla kirletilmişti.


Köpeklerle birlikte lahitleri gezdik. Bunlar yüzyıllar önce mezar soyguncuları tarafından didik didik edilip tamamen soyulmuşlardı. Aperlai'ye doğru, yani denize doğru yol almaya başladık. Hava çok sıcaktı. Aperlai 7 km yazısını gördük. Yol üzerindeki sarnıçların yalaklarından karabaşlar su içtiler. Bu yalaklar ağaçtan oyma değil tenekeden yapılmışlardı. Tepelerden, yemyeşil duran denizi gördük. Aperlai oradaydı, Sıçak Yarımadası'nın Sıçak İskelesi'ndeydi!.. Bizi bekliyordu diyeceğim ama niye bizi beklesindi ki? Tabii ki beklemiyordu. İnsanlar buraya genellikle Üçağız'dan kayıkla ya da Kaş'tan tekneyle geliyorlardı. Biz, askeri bir operasyon gibi karadan kara birlikleriyle indirme yaptık.


Deniz içinde Yerebatan Saray misali duran bir lahitin önünde ana yemek molası verdik. Burası Purple House denen yere çok yakındı. Fazlaca bağırdığımız için bir adam bizi azarladı; Ülkü, adama baya gıcık oldu; esasen biz orada bizden başka hiç kimsenin olmadığını sanıyorduk. Bizim ekipte pek bir sessizleşme olmadı ve adam iyice sinirlendi; adamın sinir tellerini gerdikçe gerdik. Yahya hocam da adamın gönlünü almak lazım diyerek gidip onunla konuştu. Purple House'daki bu adamın karısı, "O hep böyledir," şeklinde bir şeyler söyledi; yani karısı adamın biraz "aksi biri" olduğunu ima etti.


The Purple House'un yani "Mor Ev'in" tavuklarının ve ineklerinin yanlarından onlara saygıyla selam vererek geçip yürümeye devam ettik. Yahya hocam bazen bir kaplumbağa görüp ona yol soruyordu!.. Benim bu bölümlerde çektiğim fotoğraflar hafif buğulu çıktılar, çünkü deniz içindeki lahiti sıfır açıdan çekmek isterken objektife su damlamıştı daha doğrusu deniz suyu, denizden objektife çekirge gibi durup duruken yukarı doğru sıçramıştı. Makineyi her kullanımdan önce ayarları ve camının temizliğini mutlaka kontrol etmek gerekir yoksa emekler boşa gidebilir. Yolda ilerlerken Nazım hocanın bağırmasını duyduk. Bir yılan görmüştü. Yılan, hareketsiz duruyordu. Herhalde ölü ya da çok ağır hareket eden bir şey derken birden ok gibi fırlayıp taşların arasında yok olup gitti, çünkü ölü taklidi yapıyordu.


Aperlai batık kenti gerilerde kalmıştı. Epey bir yürüdükten sonra "Kılıçlı 15 km, Kapaklı 10 km" levhasına geldik. Üçağız limanına gelmiştik. Tekne gezisi yapmaya karar verildi. Sahillerde dolaşacaktık. Turkuaz renkli sularda gezintiye başladık. Buralarda antik kalıntıların bulunduğu bazı yerlerde "Sea Kayak" denilen ve eskimolardan günümüze kalan kano doğa sporları yapılmaktadır. Eğer zamanımız olsaydı doğrusu Kekova antik kalıntıları üzerinde kürek çekerek kano turu yapmayı isterdim. Rotamız Kekova'ya doğruydu. Kekova denince de başına sıfat koyup "Kakaolu Kekova" demek geliyor içimden nedense!.. Kekova, Kaleköy (Antik Simena) ve Üçağız (Antik Teimioussa) köylerinin biraz açıklarında bulunan bir adanın ismidir, adada in cin top oynar. Oldukça büyük bir adadır bu, yani haritada büyükçe görünür. Batık kentten dolayı ünlüdür.


Teknenin içinde bir dolap vardı. Kaptan bu dolabı açtı ve içinde bir camlı bölüm çıktı. Bu bölümden aşağı bakıldığında sular altındaki antik kalıntılar, küpler vs. görülebilmekteydi. Nergiz IV isimli tekneyle yarın karadan gidip göreceğimiz Kaleköy'ü de uzaktan gördük. Orada Rahmi Koç'un da bir evi varmış. Koylardan birine yanaştık; Müslüm hoca ve Ülkü yüzdüler. Müslüm hoca suya çivileme dalış yaptı. Mayomu almadığım için ben yüzmedim; zaten "Tadımlık" olduğundan mayom olsaydı da yüzmeyecektim. Kısa bir yüzüş oldu. Güneş batmaya başlamış, denizden gelen harika pırıltılar iyice artmıştı; güneş, insanın sırtına vuruyor, kemikleri ve teni tatlı bir şekilde ısıtıyordu; koydan ayrıldık. Yeniden Telemen'in Evi'ne geldik.


Süleyman bey akşam bize Külah balığı yapacaktı. Bu, Türkiye için yeni bir balık çeşidi sayılabilir. Esasen Hint Denizi ve Kızıldeniz balığıdır; ama artık Antalya civarlarında da görülebilmektedirler. Telemen bey, eğer beğenmezsek parasını almayacağını söyledi, çok iddialı konuştu. Bizde bunu hem sıradan halk ve hem de siyasetçilerimiz sıkça yapar. Öyle iddialı konuşurlar ki bir şey yapacak sanırsınız, ama sonuç palavra çıkar; reklamı iyidir, ama gerçek fos çıkar; şişme balonlar patlamıştır. Çorbalar geldi, afiyetle içtik, balıklar geldi, ama sadece geldi, pek yiyemedik, yemeye çalıştık, ucundan kopardık, kayış gibiydi; sağından kopardık lastik gibiydi ya da odun gibiydi!.. Gerçekçi olmak gerekir; Pollyanna gibi davranıp balığı silip süpürmek yerine gerçekçi olup balıkların önemli kısmını yemeden bıraktık, çünkü hayata bir kez geliyoruz, çünkü iyi olanı hak ediyoruz, iyi olanı yemek istiyoruz, çünkü midemiz çöplük değil, kaliteli olanı arıyoruz ve o gece bu sebeple biraz aç kaldık!.. Kıyıya inseydik herhalde daha iyi bir yer bulacaktık ama Telemen usta bizi yaktı!.. Belki de onun için, yani onun gözünde bu balık iyi bir balıktı ama bana öyle geliyor ki, aylardır buzlukta duran kalmış balıkları bize kakaladı!.. Telemen'deki son gecemizi de geçirip 9 Nisan Cuma günü Üçağız Demre'ye doğru yürüyüşümüze geçtik.


Kıyıdan, lahitlerin arasından Likya işaretlerini bulup gitmeye çalıştık olmadı; bu bölümde işaretler pek açık seçik değildi, sağa sola gizlenmişlerdi; köy meydanına köpeklerimizle geldiğimizde bir kıyamet koptu; meydanın öteki köpekleriyle bizimkiler savaştılar; bizler, masum ve masumeler, ya da mağdur ve mağdureler, savaşın ortasında kalakaldık; hep böyle olmaz mı, savaşı başkaları çıkarır, arada masumlar gider. Bir anda bütün köy uyandı!.. Geçtiğimiz pansiyonların önlerindeki sahipleri, "Lütfen yavaş konuşun" diye bizi uyarıyorlardı. Burada özellikle sabahları aşırı bir dinginlik vardı, en küçük ses kulağa batıyordu. Yürüyüşümüzün sonunda Kaleköy uzaktan göründü. 3 km kadar yürümüştük. Kapaklı 7 km yazan levhanın önünden kaleye gidip geldik.


Kalede çok güzel bir ilkokul vardı; Rahmi Koç'un bir hediyesiydi sanırım. Kale manzaraları, kaledeki incir ağacı kokuları etkileyiciydi. Nazım hoca, Facebook profili için birkaç özel poz çektirdi. Kaleköy'ün antik ismi Simena'dır. İskeleden denize de girilebiliyordu. Ben, Şule ve Jale arkaya pek bakmadığımız için, herkesin de arkadan geldiklerini sandığımızdan Kapaklı levhasına geri dönüp iskeleye inenleri bekledik. Mezarlığın yanında, pek hoş bir serinlik vardı. "Takdir Allah'ındır," türünden yazıtları okuduk. Şule, ilerideki seraya gitmek istedi; biz köpek falan olur gitme dedik, sonra o domates alacağım diyince, tamam gidebilirsin dedik!.. Birazdan Şule 15 kadar domatesle geri döndü. Burada 2 Alman turistle biraz konuştuk, onlar yola devam ettiler; bir süre oyalanıp bizi beklediler, herhalde güvenlik açısından kalabalık daha iyi olur dediler ama biz mezarlıktaki gölgelikte uzunca kaldık.


Seradaki domatesler ilaçlı değilmiş; çünkü köylümüz kurnaz, kendi yediği domatesi ilaçlamıyor; köylü, artık milletin efendisi değil milletin katili oldu!.. Mesela, ilaçlama yapıldıktan sonra diyelim ki 2-3 gün geçip öyle piyasaya sürülmesi gerekirken bazen aynı gün ilaçlı domates şehre satılmaktadır; çünkü memlekette ahlak kalmadı. Ahlak nedir? En basit tanımını vereyim: Ahlak, başkasına zarar vermemektir!.. Her kim ki birisine zarar verir, o ahlakın dışında çıkmış, ahlaksızlaşmış demektir!.. Neyse, yine papazlığım tuttu! Aylık 10 000 Euro verirlerse bir kilisede papaz vaazları verebilirim, azı kurtarmaz, çoğunda ise gözüm yok!..


Bugünün ve bütün günlerin modası yürümekti; modaya uyduk, yürüdük. Eli tüfekli bir çobana rastladık; oğlaklarını köpekler yemiş; yani o öyle söylüyor, doğru mu bilemem, bizim köpekleri de vurmaya niyetliydi; onlar bizimle beraber diyince tamam dedi. Terk edilmiş sandığımız bir kafeteryada mola verdik. Sonra 1 adam çıktı; dalgıçlar da varmış denizde. Orada epeyce yaşlanmış, artık ölüme yakın olduğunu sandığım deve gibi büyük bir kangal gördük. Nazım hoca burada yine espiriyi patlattı: "Bu Kangal, Kangal değil mi?" dedi!.. Bu kangal meğerse yavruymuş ve 9 aylıkmış!.. Kangallar Alman köpeklerinden daha zekidir; aslan cüsseli bu köpekler özellikle çocuklara karşı naziktirler. Bunlar öyle cesurdurlar ki Afrika'da aslanlarla da dövüşürler, sürüyü korurlar.


Üçağız'da köpeklerimiz 3'e çıkmıştı. Sarı bir köpek de peşimize takılmıştı. Büyük çakılları olan bir kumsalda denize girme molası verildi; tabii ben klasiğimi bozmadım ve "Tadımlık denize girişi" reddederek sadece ayaklarımı havalandırdım. Tahsin hocam da kendi deyimiyle "Tumanıyla" denize girdi. Yürüdük ve yürüdük ve nihayet Çay Ağzına geldik. Çay Ağzı'nın antik ismi Andriake'dir. Buralara yakın bir köprünün üzerinde de, değerli arkadaşlar Andriake Kafe'si yazısını hatırlayacaklardır. Bizim Almanlar buraya kamp kurmuşlardı, gidip selam verdim, hal hatır sordum, iyi şanslar diledim. Çay Ağzı, Tahsin hocamın şansızlıkla fotoğraf makinesini kaybettiği yerdir. 10 gün boyunca büyük bir emekle çektiği fotoğraflar da kayboldu. Aslında orada 11 kişiydik ve bu da 22 göz eder!.. Hiçbirimizin yerde duran fotoğraf makinesini ve gözlüğünü görmeyişimiz de biraz "Basiretimiz bağlandı" şeklinde de yorumlanabilir. Olayı yine ahlaka bağlayacağım. Şimdi burada makineyi ilk gören yabancı kişi ne yapacaktı? Hemen 5 metre ötedeki bara bırakacaktı ve biz sonra geldiğimizde onu oradan alacaktık!.. Namuslu insanların olduğu bir ülke ve dünya yaratmak zorundayız!.. Ben Japonya'dan şöyle bir şey hatırlıyorum. Biri bir şey bulunca küçük karakollardan birine bırakıyormuş; 1 hafta gelen olmazsa o bulunan şey bulanın oluyormuş. Güzel bir sistem!.. Ahlaklı insanların olduğu bir toplum yaratamazsak her şey boşuna. Makineyi alan dingil kişi birazcık namuslu olsaydı, naylon poşet içine fotoğraf kartını koyup ağaca asabilirdi!.. Boşuna konuşuyoruz! Köylüsü de kentlisi de ahlak meselesinde daha 1 milyon fırın ekmek yemesi lazım. Evet, yeniden Papaz vaazlarıma başlamadan yazıya devam edeyim.

Artık Demre'deydik; Demre öğretmenevinde kalacaktık. Plaja sıfır değil ama +1 konumda bir yerdi. Demre'nin antik ismi Myra'dır. Aziz Nicholaus burada piskoposluk yapmıştır. Otel odasına girince pek çok ayrıntı bizi bekler; ben hemen güneş gözlüğümü sabunlarım; tozluğu yıkarım, su mataralarımı yıkarım, duşa dalarım, ayağımı pudralarım. Gözlük diyince şimdi aklıma geldi: Asuman güneş gözlüğünü Aperlai civarlarında kaybetti. Bir şey kaybetmemek aslında pek zordu; çünkü üzerimizde bir sürü aksesuar taşıyorduk. 9 Nisan Cuma günü yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Demre Öğretmenevinin koridorunun çatısı yoktu; yağmur yağınca otel odalarının açıldıkları koridor da ıslanıyordu!.. Deniz kenarında yemek yemeye gittik. Hacıoğlan'da kanayan dizim kabuk bağlamıştı bile; vücut kendi kendine bunu halledecekti; vücuduma bütün yetkiyi vermiştim, bu işi çöz demiştim!.. Akşam yine balık yedik; ben levrek istemiştim ama sanırım Çupra gelmişti; balıklar güzeldi. Kırmızı şarap da hoştu. Hemen plajın önündeydi bu lokanta. Müslüm hoca son gün bu kumsaldan 11 taş toplamıştı ve hepimize teker teker sordu: "Kumsalda bir taş olsaydın hangisi olurdun?" Ben kırmızı bir taş seçtim; üzerlerine isimlerimiz yazıldı ve Müslüm hocanın taş koleksiyonuna katıldı.


10 Nisan Cumartesi günü Çay Ağzında Tahsin hocanın makinesini son bir kez aradıktan sonra Sura'ya gittik. Yol boyunca Nazım hoca etkinliği hiç üşenmeden kameraya almıştı; bunları daha sonra CD şeklinde ekibe sunacak. Bir süre sonra "Sura 3 Km" levhasına ulaştık. Asfalttan giden zevksiz bir yoldur bu. Sura'da yine bir çoban bizi karşıladı. Sura, küçük bir Likya şehriydi. Kahinlerin kehanet yaptıkları yerlerde dolaştık. Tahsin hocam fotoğraf makinesinin kayboluşunun verdiği hüznü üzerinden attı ve yeniden neşelendi. Yol üzerinde Myra'ya giden ve dar vadiden yukarı doğru yükselen hoş bir yol gördük ancak 10 km yazdığı için oraya sapmadık. Minibüsümüzü bir noktaya çağırıp oradan doğruca Myra antik kentine gittik.

Myra etkileyici bir örenyeridir; "Yüce Ana Tanrıçanın Yeri" anlamına gelir. Buradaki kaya mezarları tam fotoğraflıktır. Açık hava tiyatrosu enfestir. Yukarıda biri oturup fısıldasa aşağıdakiler bunu duyabilirler ki Tahsin hocayla bunu denedik. Myra'da uzunca bir zaman geçirdik. Ben çok acıkmıştım ve de harabelere konsantre olamıyordum, "Aç Murat kesinlikle oynamaz!" Benim için oyun bitti! Minibüse döndüm, dönmeden önce de güneş gözlüğü takmış çok şeker küçük bir çocuğu fotoğrafladım. Güneş Ülkesi'nden daha önemlisi kıymalı pidelerdi artık benim için!.. Açtım, gerçekten çok açtım!.. Çok hoş bir Gaziantep Lokantası bulduk. Burada dünyanın yemeğini yedik; tadımlık kuşbaşılı pide beni tatmin etmediğinden ben akşam bu kez sadece kendime tam bir porsiyon aldım. Acılı Adana da çok lezizdi. Müslüm hoca herkesin tabağından bir şeyler aşırdı. Ben bu lokantayı sevdim, servisi yavaştı ama yemekleri güzeldi; midemiz biraz et gördü, urfa kebapla, haydariyle, humusla kendimize geldik; ama künefe başarılı değildi. Öteki her şey başarılıydı; Gaziantep mutfağı mükemmel bir mutfaktır. Bu arada Kültür bakanı da Demre'deymiş; akşam bir konser vardı ve konser ekibi de bizim öğretmenevinde kalıyorlardı.


Noel Baba müzesine gittik. Noel baba yani Santa Claus ya da Nikolau bir Hristiyan azizidir. Myra'da yaşarmış, tabii bu bir efsane de olabilir. Pek bir belge yok. Patara'da doğup Libya ve Mısır'a gidip sonra Myra'ya dönüp piskopos olmuştur. 1863 yılında Thomas Nast diye bir karikatürist Noel baba resmi çizmiş ve bu imaj öylece kalmış. Bu Noel Baba hikayelerinin çoğu İskandinav Mitolojisinden gelir, yani palavradır, ama güzel bir palavradır!.. İskandinav tanrısı Odin çocuklara şeker ve hediye dağıtan bir tanrıymış.

Akşam oldu; klasik müzik konserine gittik. Kültür bakanı geldi; sanki mafya gelmiş sandım, 20 tane koruması vardı; ayıp denen bir şey var! Bir kültür bakanının bu kadar koruması olmaz! Bülent Ecevit Nevşehir'de üzerine çapraz ateş açılırken bile yanında birkaç koruması vardı, yere bile eğilmedi, ayakta dimdik yürüdü. Biraz cesaret! Korumaların gölgesine sığınarak siyasetçi olunmaz, biraz cesaret! Halkın arasına korumasız giremiyorsanız hiç girmeyin daha iyi, gidip bir yerlerde tavuk besleyin!..
Evet, konser başladı, dakika 1 gol 3! kemanın, viyolonselin, flütün yanında davul, saz ve klarnet de vardı. Bakana sevimli görünmek için müziklerde "Batı Doğu" sentezi denilen ucube bir "balans ayarı" yapılmıştı. Ortaya sentez değil ne doğuya ne batıya uyan gulyabani bir şey çıkmıştı. Konseri bıraktık ve Gaziantep lokantasına gittik ve yedik ve içtik ve Likya Yolu Yürüyüşü etkinliği sona erdi, çünkü her şey sona ermek üzere planlanmış bir evren düzeni vardır!.. Her şey başlar ve her şey biter ve o yüzden bu yazı da bitti!.. Akşam duygulu konuşmalar yapıldı. Yahya hoca Müslüm hocadan bahsederken, onun buz gibi bir havada eğitim alanların bütün malzemelerini tek tek kontrol ederkenki azmini anlatırken Müslüm hocanın gözleri doldu. 11 Nisan Pazar sabahı Finike'den Ankara'ya hareket ettik. Yahya hocam da eşinin baş harflerinin plakada yazılı olduğu özel arabasıyla bizden ayrılıp yazlığa doğru, Antalya yönüne hareket etti.
Katılımcı arkadaşlara teşekkür ediyorum; uyumlu bir etkinlik oldu; herkes olgundu; herkes sınırlarını biliyordu ve bense açım, halen açım!.. Bu yazıları sonuna kadar üşenmeden okuyan arkadaşları da tebrik ediyorum, çünkü ben bile henüz okumadım, sadece yazdım!.. İngiliz Sunday Times gazetesinin Dünyanın En İyi 10 yolundan biri olarak seçtiği bu Likya parkurunda hayallerimiz zenginleşti ve bilgimiz arttı: Scientia est potentia, Bilgi güçtür, kuvvettir!..
Bu gezinin ruhunu Yahya hocam yarattı; bu ruha hareketi Müslüm hoca verdi ve biz de gezinin hevesli bedenleri olarak yürüdük ve yürüdük ve ben halen açım, çok açım!..
Ressam, matematikçi ve şair Hasan Tahsin Çetin'in yazdığı Likya Yolları'ndan Bir bölüm:
"Horoz sesleriyle uyandık şafakta
Düşüldü yollara alaca karanlıkta
Halımıza bakmadan
Hasan Dağı'nda odun eyledik
Denizine girip serinledik
Güzelim Likya Yollarında."
Yazımı yine bir müzikle sona erdiriyorum, önceden de bir kez yollamıştım, hoşuma giden bir parça, Götür Beni Gittiğin Yere, Ferhat Göçer:
"Aşkındır beni yaşatan, beni hayata bağlayan...
Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam, tek başıma yalnız kalamam..."

Mehmet Murat ildan


Thursday, April 15, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -6



Birazdan, 2010 yılının 7 Nisan Çarşamba günü yaptığımız Likya Yolu Yürüyüşü'nün aklımda kalan ayrıntılarını aktaracağım; pek fazla da bir şey kalmadı ama kaldığı kadarıyla anlatacağım. 7 Nisan, yürüyüşün 5. günüydü. Bazen 10, bazen 15 ve bazen de 25 km yürüyorduk; işler otomatiğe bağlanmış, robotlaşmıştık; o gün 18 km yürümüştük. Yürüyüş bu kez doğrudan Ferah otelden, kahvaltı yaptığımız havuz başından başladı. Bavullarımızı, henüz kurumamış çamaşırları minibüse yükledik, çünkü akşama Üçağız'daki meşhur Telemen pansiyonunda kalacaktık. Pansiyondan yola çıktık batonlarımızla. Bir helikopter pistinin önünden geçtik. Hafif bir yokuştan ilerledik; sabahın en taze kokuları ciğerlerimizle buluştu ve kaynaştılar. Kaş, hemencecik gerilerde kalmıştı. Güzel bir koya geldik; koyun plajı herhalde yaz zamanı dolup taşıyordu, şimdi ise inler cinler maç yapıyorlardı. Emin değilim ama galiba burası küçük çakıl plajı denen yerdi, çünkü çakıllar küçüktü!.. Fakat sonradan Müslüm hocadan öğrendim ki burası Büyük Çakıl plajıymış ve Küçük Çakıl plajı yer Ferah otelin hemen önüymüş. Küçük çakıl plajında denize dağ suyu karışırmış ve suyu da biraz serinceymiş.


Büyük Çakıl plajının insanı ferahlatan görüntülerini hafızamıza ve makine kartımıza aldıktan sonra devam ettik. Asfalt yolda yürüdük; tabanlarımız sert zemine vurunca sert zemin de tabanlarımıza karşılık veriyor, kıyasıya dövüşüyorlardı; alt taraflarda bir Tayland boksu yaşanıyordu ve galip gelenin tabanlarımız olmasını diliyorduk. Üzerinde "Limanağzı 3 km" yazılı levhaya geldik. Evlerin arasından geçerken 2 siyah köpek davet edilmeden ekibimize katıldılar. Bu karabaşlar bundan sonra Demre-Myra'ya kadar kilometrelerce ve günlerce bizimle beraber geldiler. Oldukça akıllı köpeklerdi. Bize, bizi sevdiklerinden dolayı katılmamışlardı bence; bu köpekler trekkingcilere takılıp hem onlarla yürüyor ve hem de besleniyorlardı. Yabancı turistlerin bu köpeklere bizim verdiğimizden daha fazla yiyecek verdiklerini de düşünüyorum. Kulakları işaretlenmişti, güzel köpeklerdi, hiç havlamazlardı; ya arkadan hayalet gibi bizi takip eder ya da önden gidip arada sırada arkaya dönüp bizim gelip gelmediğimize bakarlardı; bazen hapşırıp ekibi korkuturlardı. Bu yol üzerinde pek çok sürü ve köpek vardı. Bize köpekler saldırdığında onlar arkamıza kaçıyorlardı; yani kendi güvenlikleri için bir anlamda bizi kullanıyorlardı.


National Geographic kanalında böyle bir teoriyi anlatan belgesel izlemiştim. Bazı akıllı köpekler, vahşi hayatın zorluğundan kurtulmak için binlerce yıl önce bilinçli olarak insana yaklaşmış ve ona bekçilik yapma adı altında kendi yaşamlarını güvenceye almışlardı; yani yüzlerine sevgi maskesi takıp biraz da kuyruk sallayarak kendi çıkarlarını korumak için insanlara katılmışlardı. İlginç bir teoriydi. Bizim karabaşları sevmiştim ben; insan bazen kendisini 17. Yüzyıl İngiliz kırsalında ormanda avlanmaya giden avcılar gibi hissediyordu.
Denize paralel giden müthiş bir patika vardı ve biz oradan yavaş yavaş inişe geçmiştik; Limanağzı koyuna bakıyordu burası. Bu bölüm, benim en sevdiğim parkurlardan biriydi. Uçurumsu bir yere doğru dik bir iniş başladı ve bir yerde iple emniyet alınmış daracık patikadan geçtik, patikanın sadece "pa"sı kalmıştı. Bu kısımda iplere tutunarak ilerlemek daha güvenliydi. Pervin hanım kaskını takmıştı bile ve Yahya hocanın koruması altında ilerliyordu. Kaya mezarların tam önlerine çıktık. Bizim zorlukla indiğimiz yerlerden karabaşlar çocuk oyuncağı gibi hızla iniveriyorlardı. Çakılları daha büyük olan ikinci bir plaja geldik; Limanağzı koyu denen yer olmalıydı burası. Çalılıkların arasından, güçlükle Likya işaretini bulup yola devam ettik. Zeytin ağaçları, su sarnıçları, keçi boynuzları, her zaman görmeye alıştığımız manzaralardı bunlar. Sert ve serin bir rüzgar esiyordu; deniz hırçınlaşmıştı, kopkoyu bir mavilik alabildiğine dalgalıydı ve her yer ıssızdı ve gölgelikler azdı ve güneş kızgındı ve ben şimdi "ve" bağlacını fazla kullanmıştım!..


Denize doğru inen derin yarıklar gördük; bu yarıklara dalgalar gelip çarpıyor ve metrelerce yukarı sular fışkırıyordu. Tahsin hoca, Asuman ve pek çok kişi bu anı yakalamak için makinelerin objektiflerini oraya yönelttiler. Deniz kenarında kocaman kayaların üzerlerinden yürüyorduk; "Eski kaşar peyniri kayaları"ydı bunlar, ama eski kaşar peynirlerindeki o ayak kokusuna benzer rezil bir şey yoktu; bu koku bir de Parmesan peynirde olur, yerken pek sorun çıkartmaz ama.
Çoban plajı ve Ufukdere kumsalı gibi yerler gördük. Sarı kır çiçekleri ve masmavi deniz ilginç bir bayrak oluşturuyordu; Doğa Ülkesinin bayrağıydı bu. Ben zaman zaman karabaşlar üzerinde deneyler yapıyordum; ceviz veriyordum, yemiyorlardı; ekmeği de pek tercih etmiyorlardı. Bazen dilleri dışarıda kalıyordu; Tahsin hoca ya da Yahya hocam onlara ellerinden su veriyorlardı.


Yol üzerinde yine 2 turiste rastladık. Rüzgardan korunmak için çalılıkların arasındaki düzlüğe sığınmışlardı; biraz sohbet ettik. Ortada bizden başka Türk doğa yürüyüşçüsü yoktu; toplam 5 turist görmüştük bütün bu etkinlik boyunca. 6 km kadar yürüdükten sonra bir levhaya geldik. Burada Limanağzı 6 km ve Kılıçlı yani Apollonia 11 km yazıyordu. Yol boyunca Yalnız Palmiye'yi de gördük. Ben üşendiğim için gidip onun fotoğrafını çekmedim, bazen üşengeçliğim tutar, büyük ihtimal google'dan "yalnız palmiye" resmine bakarım demişimdir. Denizin iyice yakınında kayaların içinde tek başına duran bir palmiye vardı orada. Sürekli olarak yalnız palmiye diyorlardı ona, ama kimsenin aklına onun yanına başka bir palmiye dikip onun yalnızlığına son vermek gelmiyordu. Doğrusu benim geldi; ama bu işi ancak Kaş belediyesi yapabilir; oraya denizden gelip, birkaç işçi o palmiyenin yanına başka bir palmiye daha dikebilir. İnsanlar kitaplarda sürekli olarak "Palmiye yalnız, vah vah" diyorlar ama çözüm üretmek pek düşünülmüyordu, çünkü biz o palmiyenin yalnız olmasını istiyorduk, onun yalnız olması bize ilham veriyordu, biz zaten onu yalnızlığa mahkum etmiştik, onun başka palmiyelerle olmasını arzulamıyorduk, çünkü bencildik. Onun yalnızlığına üzülüyorsak oraya başka bir palmiye dikmeliydik bence, naçizane görüşümdü bu benim!..


Bu parkur bir süre sonra denizden uzaklaşır. Yarınki hedefimiz Apollonia'ydı. Her zamanki gibi çobanları, keçi sürülerini, sarnıçları geride bıraktık ve ertesi gün Apollonia'ya gitmek üzere minibüsümüze bindik. Enfes koylar görmüştük; ıssız ve vahşi yerlerdi oralar. Akşam kalacağımız yere hareket ettik ve Demre'nin Üçağız köyüne gittik. Üçağız bir balıkçı kasabası. Dağlar olunca balıkçılık daha cazip hale gelmiş elbette. Üçağızın merkezi denilen yer çok küçük. Uzun süreli kalmaya elverişli bir yer değil; insanı sıkabilir, çamaşır makinesi gibi sıkıp kurutabilir; ancak ben buradaki müthiş durgunluğu sevmiştim. Buraya genellikle emekli turistler gelirmiş ve balık tutarlarmış. Bu küçük yerde sanki zaman durmuş gibiydi; yapraklarda bile bir kıpırtı gözlenmiyordu; büyükçe bir mezarlıktı sanki.


Bu akşam kalacağımız yeri minibüsle uzaktan görünce biraz hayal kırıklığı yaşadık, en azından ben yaşadım. Burası bir yarım pansiyon; çatısı vardı tabii ki!.. Bizi Süleyman bey karşıladı. Pansiyonun ismi Telemen'in Evi. "Ananın Mutfağı"ndan sonra "Telemen'in Evi"ne gelmiştik!.. Taş ve ahşap birleşiminden yapılmış bir binaydı. Süleyman Korucu güleryüzlü efendi biri; dalgıçlığı var, eliyle balık tutabiliyormuş, gözümle görmediğimden dolayı doğru mudur bilemem!..
Birinci kötü haber hemen bize ulaştı. 11 kişiydik ama sadece 5 oda vardı!.. 3 oda, 2 evli ve 2 kardeşe ayrıldı. Geriye 2 oda kaldı. Asuman-Ülkü bir odaya ve Ben, Nazım ve Müslüm hoca da 1 odaya düştük. Şoförümüz Ernur bey salondaki çekyatta değil de minibüste yatmaya karar verdi. Bizim odamız epeyce büyüktü. Ben köşedeki yatağı aldım. Elbette tek kalmayı tercih ederim, ama dostlar da uyumlu olduklarından dolayı 2 gece için "No problem!" dedim. Üstelik Nazım hoca da bol bol şiir okuyacaktı. Ayrıca, şartlar gerektiriyorsa her koşula uyarız. Burası sadece Süleyman beye ait değildi; İstanbullu Ümit İriş de onun ortağı. Telemen aynı zamanda Süleyman beyin takma ismi de. Çocukluktan beri ona böyle derlermiş.


Telemen'in Evi bir yazar için esasen ilginç bir yerdi. Bir defa bu evde gece tek kalıp güzel yazılar çıkarmak mümkündü, özellikle de korku romanları, cinayet romanları!.. 2. kattaki balkonu pek hoştu. Hoş bir yamaçtan denize bakıyordu; orada inanılmaz durgun bir manzara vardı. Kaldığımız 2 gün boyunca manzarada hiçbir değişme olmadı, belki de Telemen evinin önüne bir pano yerleştirmişti ve biz habire oraya bakıyorduk. Sarmaşıklar evi ahtapot gibi sarmışlardı. Deniz, kapalı koy olduğundan göl gibiydi, deniz gibi bile kokmuyordu; kalmış su kokusu vardı. Telemen'de evcil hayvanlar da vardı. Alt katta 2 küçük çocuk ve Süleyman beyin eşi de bulunuyordu. Emin değilim ama eski Mısır dilinde Süleyman ve Telemen aynı şey demekti sanırım (Sel - Ea - Man ya da Telemen). Zamanımız olsaydı Süleyman beyle kayıkla balık avına gitmek ilginç olabilirdi; eğer gece avlanıyorsa çok daha ilginç olurdu; yani yorgunluğa rağmen gece balık avlayacağım gelen var mı diye sorsaydı ben kesin gidecektim.


Odalardaki bütün yatakların üzerinde havlular kalp şekline getirilmiş, ortalarına da yapay bir gül konmuştu; bunları kaldırdık; romantik olmadığımızdan değil de ortamla ilgili olmadıklarından kaldırdık. Oda benim hoşuma gitti; deniz kabuğundan loş bir ışığı vardı.
İkinci kötü haber de geldi. Suda bir sorun vardı; herkes aynı anda yıkanamazdı. Bir seferde 1 ya da 2 kişi yıkanacaktı. Ben, herkes istediği kadar istediği süre, isterse gece yarısına kadar rahatça yıkansın ama en son ben yıkanmak isterim dedim, çünkü birisinin beklediğini bilince ben rahat duş alamazdım. Baskı olunca duş keyfi kaçar; baskı, bütün keyifleri yok eder; keyif ve mutluluk ancak özgür ortamda yetişir, boy atar. Bir şekilde duşlar alındı. Müslüm ve Nazım hocadan sonra ben daldım duşa. Gereksiz yere birkaç içlik ve çorap yıkadım, sonra su soğumaya başlayınca anyayı konyayı anlayıp hemen sabun aşamasına geçtim ve tam sabunluyken su kesildi, tamamen kesildi! Gözüm kapalı halde bildiğim bütün küfürleri okumaya başlamıştım bile. Fakat sonra fark ettim ki duşu kapatıp musluğu açınca az bir su geliyordu. O az suyla zor bela yıkanabildim. Sonra Süleyman bey gelip, akşama bir iki saate sıcak su olur dedi ve gerçekten de akşama bolca sıcak su geldi.
Cihan hanım ne yapıp edip Kuru Fasulyeyi pişirmeyi başarmış ve tencereyle Telemen'e getirmişti; akşam ziyafet vardı yani. Fakat üçüncü kötü haber yoldaydı!.. Kuru fasulye ve pilav çok güzel olmuşlardı, çok makbule geçti, kendisine buradan da ayrıca teşekkür ederim, ama yemeği yerken çatı tarafından hiçbir uyarı vermeden bal arısı büyüklüğünde kocaman böcekler yemeğin içine düşüyorlardı ve üstelik ters dönmüş halde düşüyorlar, tabağın içinde debelenip duruyorlardı. Pervin hanımın tabağına düşer düşmez Pervin hanım sofradan haklı olarak kalktı!.. Biz, her şeyin üzerini peçeteyle kapatarak bir çözüm üretmeye çalıştık. Müslüm hoca böcekleri pek takmadı ve hatta proteindir, ye gitsin şeklinde espriler de yaptı!.. Biz, peçeteyi birkaç saniye açıp yemeği alıp hemen kapatıyorduk!.. Sanki yağmur gibi bu koca böcekler yukarıdan yağıyorlardı. Haber verip sakince tabağa konsalar o kadar sorun olmayacaktı belki; dangır dungur, küt diye düşüyorlardı. Benim enseme bir tane düştü; fazla panik yapmadan elimle attım; sonra sırtımda gıdıklanma hissettim, içe girmişti, artık etrafta insanlar olduğundan biraz kahramanca davranmak gerekecekti, biraz çabayla atlete yapışmış böceği dışarı attım. Yani huzurlu bir yemek olayı zora girmişti. Şarapla huzuru sağladık!.. Yatış vakti geldi.
Herkes odalarına çekildi. Sabah 4'ten itibaren bir horoz belki 2 saat boyunca öttü; gece çatıda pıtır pıtır bir fare yürüdü; sonra ezan okundu, güzel okudu kim okuduysa. Uyku açısından Telemen pek verimli olmadı. Telemen'de hatırladığım ve biraz da mizahi bir durum daha vardı. Telemen'in küçük çocuğu Cihan hanıma yaklaştı ve minik elleriyle Cihan hanımın bacağını tuttu; Cihan hanım bunu evin siyah köpeği sanıp müthiş bir çığlık attı; haklı mıydı derseniz, evet haklıydı; bebek de ne olduğunu anlayamadı. Bazı insanların dokunmaya karşı refleksleri iyidir; ben de bana habersiz dokunulduğunda bazen hızlı refleks gösteririm.
Telemen'in teras manzarası güzeldi. Bir gün daha böylece sona erdi. Hayatımız, sona ermeyecek bir günü aramakla geçse de o günü bulmak şimdilik zor görünüyor.
Etkinlik boyunca çeşitli şiirler okundu, Tahsin hocanın kendi yazdığı bir şiir de oldu. Ben de buraya sevdiğim bir şiiri ekliyorum:
Bahar Günü
Ilık mı ılık ve yaldızlı bir bahar günü
Şehrin gözünü de güneş kamaştırıyor işte!
İşte yeniden neşeliyim!
Sağlığım yerinde hiç bouzlmayan gençliğim!
Kanım kaynıyor, yüreğim hep kırlara koşuyor
Sevdiğimle yarnelik bugünkü dileğim...
Uçsuz bucaksız işte sonsuza ulaşıyor ufuk çizgisi
Türkülerin en güzeli ve çiçekler sevdiğim.
Tarlalar boyu koşuşturmak arabaları!
Delikanlıca bir yarış ovalarda
Güneş bir yanıp bir sönüyor kadınların yanağında
Dost gözüyle görmek düşmanı.
Yapraklar hışırtılı türkünüz başlasın artık!
Otlar yeşersin! Renklenin bütün çiçekler!
Kötülük sokulmasın aranıza
Bozulmasın güzelliği bu günün!
Şiir, değerli Rus yazar üstat İgor Severyanin'a ait.
Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, bu kez Libiamo; Likya Yolu Yürüyüşü boyunca güzel manzaralı yerlerde zaman zaman zihnimde çalan bir parçaydı bu:



Mehmet Murat ildan

Wednesday, April 14, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -5



Bugünkü yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 4. günü olan 2010 yılının 6 Nisan Salı gününün bir özetini vereceğim. Artık sabah 6'da alarmla uyanmak, 7'de kahvaltıya inmek ve 7.30'da da yola çıkmak bir rutine dönüşmüştü. Sabah Müslüm hoca kalktığında bolca gürültü yaparak kalkmayanları da kaldırıyordu ve zamanlamaya uyulması sağlanıyordu. Geceleri genellikle 12 oldu mu yatıyorduk; zaten duş, yemek, malzeme toparlama derken saat bir anda gece yarısı oluyor ve deliksiz bir uykuya dalıyorduk. Nemden dolayı yıkadığımız çamaşırlar pek kurumuyorlardı. Bir otelde yıkadıklarımız başka bir otele naylon torba içinde götürülüyor ve kurutmaya orada devam ediliyordu.


Sabah minibüse bindik ve Ferah otel'den yola çıktık. 3 km kadar yukarı tırmandık; Kaş'a Hoşgeldiniz yazısının bulunduğu takın çok da uzağında olmayan bir yokuşta indik. Karşımızdaki levhada Antiphellos 3 km yazıyordu. Antiphellos, yani "Karşı-Phellos" Kaş'ın kadim zamanlardaki adıdır. Likçe yazıtlarda Habesos diye geçer ve Helen dilinde "Taşlık Ülke" anlamına gelir. Helenler bu ismi çok isabetli vermişlerdir çünkü Likya Yolu bir taş cennetidir!..


Hellenistik dönemde Antiphellos'un kuzeyinde bir savunma yeri vardı ve adı da Phellos'tu. Biz bugün kuzeye doğru yol alacak ve Phellos'a gidecektik. Zaman içerisinde Phellos önemini yitirmiş ve bu kez Kaş yani Antiphellos önem kazanmış, gelişmiştir. Biz minibüsle tam da Likya Yolu levhasının önünde durmuştuk. Bu levhada Çukurbağ 5 km yazıyordu. Çerezlik bir yol gibi görünüyordu ama daha önce de belirtmiştim, uzunluk değil yolun zorluk derecesi önemlidir. Bazen 1 km'lik çok zorlu yol, 10 km'lik az zorlu yoldan daha uzundur, çok daha uzundur. Yavaş yavaş tırmanmaya başladık. "Dakika 1 gol 1 durumu" ortaya çıkmıştı. Uzun bir zaman alacak dik tırmanış enfes Kaş manzaralarıyla devam ediyordu. Hedefimiz ince patikadan işaretleri takip edip seyirtepeye ulaşmak ve buradan Kaş manzarası seyretmekti. Neredeyse durmadan tırmandık.


Dik yamaçlarda mağaralar görüyorduk; kırlangıçlar böyle dik yerleri severler; bu akrobatik kuşlar uçurumlara doğru balıklama dalıyorlardı. Mağaraların bazıları oldukça derinlerdi. Zirveye çıktığımızda muhteşem Kaş manzarası da gözler önüne serildi. Burada bayraklı fotoğraflar çekildi. Antiphellos'a kartal bakışıyla tepeden baktık; kıpırtısız denizi kıpırdamadan izledik ve "yolcu yolunda gerek" sözüyle yola devam ettik.
Şimdiki hedefimiz Çukurbağ'dı. Çukurbağ, Likyalılar zamanında bile bir yerleşim yeriydi; o zaman da herhalde burada şaraphaneler ve bağlar vardı; zeytin ağaçları boldu. Çukurbağ, Akdağ'ın ve Yumrudağ'ın eteğindedir, rakımı 1400 kadardır. Seyirliktepeden sonra bir müddet düzlükte ilerledik ve yeniden tırmanışa geçtik. Bugünkü etap bir yükselme etabıydı.


Her zamanki gibi sürülere rastlıyorduk. Sürülere yaklaşınca köpekler tehlike yaratabilir diye başka zaman dağınık halde yürüyen ekip biraraya geliyordu. Çukurbağ'a vardığımızda Phellos 3 km levhasını gördük; süngerleriyle ünlü Antiphellos için 8 km yazıyordu! Patikalardan iyice tırmandıktan sonra bir levhaya daha geldik. Burada Antiphellos 11 km yazıyordu, yani Phellos'a gelmiştik!.. Bir de Hacıoğlan 14 km yazısı vardı. Hacıoğlan dün gittiğimiz yerdi. Normalde Hacıoğlan civarlarındaki bir levhadan yürümeye başlamamız, oradan Phellos'a gelip ardından da Kaş'a ya da Likyalıların deyişiyle Habesos'a inmemiz gerekiyordu. Ancak dönüşte seyirtepeden aşağıya inmek zor ve tehlikeli olacaktı. Bu sebeple rotayı tersinden yürüdük. Bana kalsa tabii ben kesinlikle ve tereddüt etmeden Fethiye'den her zaman Antalya istikametine doğru giderdim, yani rotaları haritada gördüğüm şekliyle, tek bir akış istikametinde yürürdüm, ama bu ters rota da, benim "Almanvari Düzenlilik Prensibime" çok aykırı olsa da güvenlik açısından daha doğru oldu, çünkü çıkışlar çoğu kez inişlerden daha güvenlidir. Ağaca çıkmak bile böyledir; bazen kediler görürüz, zıp zıp hemen ağaca tırmanırlar ama iş inmeye gelince orada kala kalırlar. Gruplayken, bana veya mantığıma yanlış görünse de ben gruba uyarım, yoksa uyum ortadan kalkar zaten.


Phellos'un bugünkü ismi Pınarbaşı'dır. Oradaki yaylanın ismi de Felen yaylasıdır. Etrafı surlarla çevrili bir kenttir burası. Bizim ulaştığımız yer Akropoldü ya da Akropolis'ti. Yunanlılar kentlerinin yüksek yerlerine bu adı vermişlerdir. Akroplis alanına dağılıp harabeler ve kalıntılar arasında dolaştık. Ben burayı çok sevdim, sebebi de esrarengiz bir havasının olmasıydı. Kalıntılar Vietnamvari sıklıktaki çalı çırpı ve ağaçların arasında kalmışlardı. Antik mezarlıklar, harika lahitler arasında insan İlkçağ sanatının tarlasında kendisini mutlu bir kuş gibi özgür hissediyordu. Phellos, M.Ö. 400 yıllarında çok önemli bir yerdi. Bugün Kaş dediğimiz Antiphellos sadece bir limandı. Tabii Kaş, sedir ağacını ve sünger ticaretini iyi kullanıp zenginleşmiş ve Phellos önemsizleşmiştir. Buranın bir özelliği de suyunun bol oluşudur, o nedenle Pınarbaşı derler. Delik Kemer örneğinde görmüştük, bazı kentlere 20 km uzaktan su getirilirdi. Akropolis'in doğu yamacında zengin su kaynakları vardır, bunlar Çukurbağ köyünü de beslerler.


Nazım bey burada da birkaç güzel şiir okudu. Yolumuz uzundu. 11 km kadar gelmiştik ve Hacıoğlan için de 14 km yazıyordu; hava sıcaktı. Bu etapta yaklaşık 25 km yürüdük diye tahmin ediyorum. Şule'nin adım ölçeri 36 binin üzerindeydi diye hatırlamaktayım. Akroplis'ten uzaktaki karlı dağları seyrettik. Bu, Akdağ denilen dağdı. Akdağ, Batı Torosların Kızlar sivrisinden sonraki en yüksek yeridir, 3024 metredir. Uzaktaki dağları ve artık biraz aşağımızda kalmış bulutları tepeden seyrettikten sonra, Phellos'un gizemli kalıntılarından hüzünle uzaklaşmaya başladık ve 4 km kadar yürüdük. Yolumuzun üzerinde Hacıoğlan deresi 10 km yazılı levhaya geldik. Bir müddet sonra ana yemek molası verdik. Bu etapta bende biraz bel ağrısı vardı. Kayalara, taşlara basmak henüz tam iyileşmemiş belimi yoruyordu. Genellikle saat 13'e kadar sorunsuz yürüyordum, 13'den sonra ayakta fazla durmaktan biraz ağrı başlıyordu, yavaş yürümek de beni yoruyordu, kendi tempomda yürüsem bu kez grupla mesafe açılıyordu.


Molayı su sarnıcının olduğu yerde verdik. Sarı çiçek tarlası şeklindeki ticari yollarda ilerledik; eli tüfekli beli fişekli bir çobana rastladık. İsmi Ahmet Erdoğan'dı. Yahya hocam önde ilerliyordu; neyse ki durdu, sanırım köpek seslerini iştimişti; biraz daha ilerleseydi, sürüyü korumaya çalışan 3-5 tehditkar köpekle doğrudan karşılaşacaktı. Çoban pek bir uyuzdu; köpekler bize iyice yaklaştıkları halde halen köpeklere bağırıp onları susturmuyordu. Adamla sohbet edip fotoğraf çektirdik.


Sanırım 22-23 km kadar yürümüştük. Mola verdik, son molaydı bu; Tahsin hocam esnetmeler ve sirtaki benzeri bir dans yaptı; sıcak çaylar içildi; yürüyüş bitti havasındaydık; en azından zihnen yürüyüşü bitirmiştik; dün geldiğimiz noktadaydık. Phellos 14 km levhasının tam önündeydik; dün gördüğümüz Antalya plakası da halen orada duruyordu. Orman içi dümdüz ticari yoldan Hacıoğlan'a gidip oradan da minibüse binecektik. Akşam 6-7 gibi varacağımız yere 3-4 gibi varmıştık ve çok sıkı bir tempoda ulaşmıştık buraya. Ankara'daki trekking grupları içinde sanırım bu yüksek tempoya pek ulaşılmamıştır.
Müslüm hoca dünkü bildiğimiz ve yürüdüğümüz yoldan değil kestirmeden gitmeye karar verdi ya da ekibin performansı iyi olduğundan ekibe güvendi, yolu uzatmak istedi. Dağlar arasındaki köylerin civarlarında bu köylere giden pek çok patika olur. Öyle sanıyorum ki Müslüm hoca yolu uzatmak değil kısaltmak istemişti esasen. Ancak tırmanmaya başladıkça "Olası kestirme patika" gecikti; epeyce ve zorlu bir tırmanış yaptık. Bu zorlanmanın temel sebebi fiziksel değil de zihinseldi; çünkü biz yürüyüşü zihinsel olarak aşağıdaki molada bitirmiştik zaten ve "lay lay lom" bir finiş beklentisi içindeydik; ayaklar gidebilirdi ama beyin gitmek istemiyordu, çünkü öteki rahat yoldaydı aklımız. Bu bölümde sinirler gerildi. Volkanlar duman çıkarmaya başladı, her an birisi lavları dünyaya gönderecek gibiydi; Jale, sıcak lavlar bağlamında ilk patlayan volkan oldu. Sanırım tırmanışta düşmüş ve bileğini biraz incitmişti; bunun da verdiği ekstra bir gerginlik içindeydi. Ben, Asuman'ın bir hayli geride kaldığını görüp durdum; manzaraya bakayım derken bütün ağırlığımı batonuma verdim ve de en pahalı batonlardan biri olan Comperdell batonum resmen yamuldu, yay gibi eğildi, yana yatarak düştüm, 1 taşın 1 sivri ucu dizimi kanattı, yukarıdaki sivri ucu da kemiğe çarptı. Bugün itibariyle henüz şişi inmedi.


Bu batonların her birinin dayanacağı ağırlıkları vardır ve ben de fazla yüklenmiştim. Asuman gelinceye kadar ben yamulmuş batonumu bir miktar düzelttim; ertesi gün Müslüm hoca daha ince ayar yapıp düzeltti. "Hacıoğlan Patika Gazisi" olarak eski batonumu aradım. Eski batonum ağırdı; ağır olduğundan daha sağlamdı. Bir baton ne kadar light olursa ya da ultralight olursa, yamulması da o denli kolaylaşır. Kısayken bir batonu yamultmak da zordur; boyunu ne kadar uzatırsak eğilmesi de o denli kolaylaşır. Jale'nin sıcak lavları karşısında Müslüm hoca sessiz kaldı; tabii yılların verdiği tecrübeyle "Sinirlenene sinirlenmemek, sakin kalmak prensibini uyguladı." Ben de doğrusu biraz sinirlenmiştim; ama ben sinirlenince pek konuşmam. Bu mesele ertesi güne kısa bir müddet damgasını vursa da daha sonra tatlıya bağlandı, yarı küskünler barıştı. Benim dizim henüz tatlıya bağlanmadı ama bu akşam üzerine bal döküp onu da tatlıya bağlayacağım!.. Yahya hocam bu kısımda da her zamanki iyimserliğiyle "Çok güzel, çok güzel, her şey güzel gidiyor, iyi ki geldik, harikasınız," diyerek moral dağıtıyordu.
Zorluk yaşamanın belki en iyi yanı insanın "Acı eşiğinin" yükselmesidir. Ben bir kez Selçuk'tan Meryem Ana'ya çıkıp geri gelmiştim; sıcaklık 45 dereceydi, yanımda sadece küçük bir pet şişe vardı; tek başıma 30 km kadar yol yürümüştüm. Ertesi gün 20 km bana çok kısa gelmişti. Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Uygar insan doğal olarak bir süre küsse de sonra barışır, geçmişi unutur. Ve şu meşhur sözü her zaman hatırlamak gerekir: Errare est Humanum: Hata yapmak insanidir, herkes hata yapar; hata yapmayan insan insan değildir, ya Tanrıdır ya bilinmedik başka bir şeydir.


Bir kez daha Hacıoğlan'daydık. Minibüsümüz geldi. Kaş'a gitmeden önce Kaş yarımadasını arabayla turlama kararı verdik; Cihan hanım gündüz vakti oraları gezmişti. Ben bu yarımada kısmını pek sevmedim; Büyükada'daki gibi çam ağaçları değil makilikler vardı ve adada yürümek isteyenler için pek bir yol yoktu, sadece asfalttan yürünebilirdi. İşte burada Nazım hocanın şiirde bahsettiği anı yakaladık:


"Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!"


Gerçekten de sanki ufukta bir yangın çıkmıştı ve bulutlar dumanlı bir perdeyle onun bir kısmını örtmüşlerdi. Akşam limana gidip balık yedik; yanılmıyorsam burayı Pervin hanım keşfetmişti. Müslüm hoca pek alkol içilmesini istemiyordu, çünkü ertesi günkü yürüyüşlerin performansını olumsuz etkiliyordu alkol. Tabii Tahsin hoca bir keyif adamıydı, rakıyı, mezeleri seviyordu. Puro da içiyordu ve bazen de özel soğan közletiyordu; bir mangal uzmanıydı. Yaşamın en büyük keyiflerinden birinin ya da az sayıdaki keyiflerinden en önemlilerinden birinin yiyip içmek olduğunu anlamıştı ve gereğini yapıyordu. Limandaki bir lokantaya gitmiştik. Dışarıda rüzgar esiyordu, limandaki yatlar tatlı bir şekilde sallanıyorlardı. Masalarımızın altında yine kediler cirit atıyorlardı. Güzel bir gün daha sona ermekteydi. Güneş doğuyor ve batıyordu; yaşamımız sürekli olarak kısalıyordu; hep gerçeğin peşinden koşuyorduk ama onu hiçbir zaman yakalayamıyorduk; her şey bir anıya, maziye, tarihe, gölgelere, alacakaranlıklara dönüşüyordu. Yaşamın en önemli gerçeğinin hayatın korkunç kısalığı olduğunu, bütün bu yaşananların bir anlamda önemsiz ayrıntılar, basit detaylar olarak sonsuz zamanın içinde yok olup gideceği bilinciyle sisler içindeki geleceğe doğru belirsizlik içinde yol alıyorduk. Ne dünü, ne anı ne de geleceği yakalayabiliyorduk. Yaşam gerçekten de bir doğa yürüyüşüdür; hep yürürüz, her şey geride kalır.
İşte yine bir müzik, Julio Iglesias, Aimer La Vie, Hayatı Sevmek, ruhumuzu neşelendirmek için:


http://videoizle.video75.com/lKV74CaLlCf/julio-iglesias-aimer-la-vie/



Mehmet Murat ildan

Likya Yolu Yürüyüşü -4


Bu yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 3. günü olan 5 Nisan Pazartesi günkü kısmı anlatacağım. Pazartesi sabahı erkenden Öz Pansiyon'dan ayrıldık ve Tarlalı'ya ya da Tarlabaşına doğru hareket ettik. Bir gün önce nerede bıraktıysak genellikle ertesi gün oralardan başlıyorduk. Pansiyon değiştirmeler biraz zor oluyordu ama göçebe hayata alışmaya başlamıştık. İşin başında Müslüm hoca çadırlı yürüyüşten yanaydı, doğacıya çadır yakışır diyordu, ama Yahya hocam "Yaw şu çadır işkencesini yaşamayalım, paşa paşa otelde kalıp duşumuzu alalım," diyordu ve ikinci opsiyonda karar kılındı.
Bugünkü ilk hedefimiz Antalya ilinin Kaş ilçesine bağlı olan Gökçeören'e gitmekti. Burası Kaş'a 16 km kadar uzaklıktadır. Mükemmel deniz manzaraları eşliğinde yürüyüşümüz devam etmekteydi. Zaman zaman denizden uzaklaşıyorduk. Etkinlik boyunca bazı parkurlarda asfalt yollara çıktık ve bu yollar dizleri çok yoruyordu. Ayrıca asfalta çıkınca yolda bize eşlik eden süseğenler gibi hoş bitkilerden de uzaklaşıyorduk; ayaklarımız altında ezilen yabani kekik kokuları da kalmıyordu.


Yol boyunca ağaçların arasında mezarlar görüyorduk; bunlara dikkat edilmezse yanlarından geçilip gidiliyordu. Eskiden Romalıların mezarlarının üzerinde "Siste viator" yazardı. Bunun anlamı "Dur yolcu" demekti; dur ve orada yatana bak, onu düşün anlamında bir şeydi bu. Bu tarz yazılara dair bir literatür bile vardır ve bazen çok güzel sözler mezar taşlarının üzerinde yer alırlar. Bunlardan hatırladıklarımdan birkaçını buraya aktarayım. Tu Fui Ego Eris (Ben sendim, sen, ben olacaksın!); Mors Vincit Omnia (Ölüm her zaman kazanır.)


Hava oldukça sıcaktı; Bioderma 50+ güneş kremimi sürmüştüm; 3 litre su yetmeyecek gibi terliyorduk. Likya Yolu boyunca pek çok kez öbek öbek çiçek tarlalarına rastladık. Derin su sarnıçları gördük; birkaç evlik köycüklerden geçerken horoz ötüşlerini dinledik, gübre kokularına bulandık. Yürüdük, hep yürüdük ve tepelerin aşağısındaki Gökçeören'i gördük; yemyeşil bir düzlükte yer alır bu köy. Burası bir yayladır ve eski adı Seyret'tir. Yürürken Nazım hocanın telefonları sık sık çalıyordu; kendisi avukat olduğu için müvekkilleri onu her yerde telefonla buluyorlardı. Davalar uzaktan hallediliyor, para transferleri yapılıyor, boşanacaklar boşatılıyordu!.. Nazım hoca bazen eski eşinden övgüyle söz ediyordu; övgü değil de tam tersi de olabilir!..
Bu civarda rastladığımız levhalardan birinde "Sarıbelen 13 km, Hacıoğlan Deresi 8 km" yazıyordu. Gökçeören Köyünün düzlüğüne varmak üzereyken bir adam yanımıza gelerek bizi karşıladı. İsmi Hüseyin Yılmaz'dı. Bizi uzaktan görmüş, motoruna atlayıp gelmişti ve "işi hemen bitirmek" istiyordu. Ne işi derseniz, "Gözleme işi," derim. Kaç kişisiniz diye sordu, "Tamam, ben hemen gidip gözlemeleri yaptırıyorum," diyerek olayı oldu bittiye getirmeye çalışıyordu. "Olduya" getirdi ama "Bittiye" getiremedi. Kahvehaneye gelince karar vereceğiz dedik. Bir süre sonra caminin yakınlarındaki kahveye gittik. Bu arada, umarım Hüseyin bey benim blogları okumaz!..


Bahsettiğim kahvede biraz deli bir adam da vardı. Adamın ismini sorduk, "Kadiroğlu kadir" dedi, "Delioğlu deli" deseydi daha uygun düşebilirdi. İlginç bir adamdı. Bir ara beni kolumdan tuttu; bu kadar samimiyet gerekmez bağlamında kolumu çektim ben. Adam devamlı konuşuyordu. Burada Latince şu güzel özdeyişi hatırlatayım: "Amantes sunt amentes!" Aşıklar delidirler! Fakat yalnızca aşıklar değil esasen herkes delidir, bir parça delidir; o yüzden Kadiroğlu Kadir'i de hoş görmekte yarar var, zaten hayatın hangi aşamalarından geçmiş de o hale gelmiş, hangi zorlukları yaşamış da böyle olmuş, bu konuda hiçbir fikrimiz yok; onu, ona dair bütün bilgileri elde etmeden yargılamak, daha doğrusu analiz etmek bize düşmez ve adaletli olmaz. Gerçekten de bir insanı gerçek manada analiz etmek veyahut yargılamak için onun yaşamına dair bütün bilgiler elimizde olmalıdır: Bu kişinin nasıl bir yaşamı olmuştu? Geçmişinde karanlık bir şey, herkesten sakladığı üzücü bir şey var mıydı? Ailesi nasıldı? Ne tür bir ahlaki değerler sisteminde yetişmişti? Bütün bunları bilmeden kişiyi doğru bir şekilde analiz etmek, onu anlayabilmek mümkün değildir.
Çayımızı beklemeye başladık. Bize çay yapılan yerin mutfağı baya kirliydi. Gözleme yememeye karar verdik. Hüseyin bey de habire "cak cak" sakız çiğniyordu ve ciddiyetsiz bir görünüm sunuyordu. Sanki karşısında "Kek turistler" vardı da onları bir güzel "kekliyelim" havasındaydı. Tabii keklenmedik!.. Ama insan bazen hayatta bile bile lades de yapabilir; eğer ben tek başıma olsaydım bu adamlara keklenmiş gibi yapabilir, gözlemelerini yiyebilirdim; Gandi olsa böyle yapardı. Karşısındakinin sahtekarlığını anlasa bile onu değiştirebilmek için bunu yapardı.


Caminin avlusunda müthiş bir çınar ağacı vardı; Hacı Süleyman Yılmaz Camii'ydi orası. Ben şahsen gittiğim yerlerde camilerden çok okulları görmeyi isterim. Cami benim için hiçbir şey ifade etmez; okullardır beni sevindiren; okullardır bir ülkeyi yükselten. Caminin hemen karşısında yine çok sayıda tahıl ambarı vardı. Kekik çaylarımızı içtik. Müslüm hoca yine ayrıntılı haritasında son kontrolleri yaptı. Çok acıkmıştık; ama köyden çıktıktan sonra yemek molası vermeye karar verdik. Buradaki direklerden birinde "Wait" yazısı vardı. Bunun üzerine makine gibi çok sayıda espri ürettik. Wait! Bekle! Kimi bekle ya da neyi bekle? Herhalde Godot'yu bekleme yeriydi orası!.. Üstat Samuel Beckett'in ünlü tiyatro eseridir bu; postmodern karşıtı bir klasikçi olmama rağmen okurken çok keyif almıştım. Burada Vladimir ve Estragon adlı 2 kişi, Godot adında ne olduğu bilinmeyen bir şeyi beklemektedirler. Sanki oradaki sahneler bana böyle bir hayal verdiler; absürd bir şeyler vardı o kahvede, o Kadiroğlu Kadir'de, o mutfakta!..


Sapsarı çiçek tarlalarının önlerinden geçip yürüyüşe devam ettik. Eşekler ve inekler gördük; bir dere kenarında, bahar çiçekleri açmış hoş bir ağacın altında kumanyalarımızı yemeye başladık; su üzerinde yürüyen böcekleri izledik. Sağda solda ters laleler gördük. Bazılarımız çiçek tarlalarını görünce uzanıp yattılar. Ben, acaba kene var mıdır diyerekten uzanmamayı tercih ettim ve hemen üstat Goethe'nin Almanlarla ilgili yorumunu aklıma getirdim. Üstat, Almanları, yani kendi ırkını anlatırken şöyle der: "Almanlar tuhaf insanlardır. Her şeyden çok düşünceye önem verirler, her şey üzerinde uzun uzun düşünürler; böylece de hayatı yok yere güçleştirirler. Onlara bir çiçek gösterirseniz, 'Kokusu var mı, suyu kaynatılıp içilebilir mi?" diye sorarlar. Ben de bazen böyle Almanvari davranırım. Çiçeklerin üzerine uzanacağım ama kene var mı? Kene varsa zararlı türden mi? Bu çiçek boya verir mi? Halbuki yat gitsin! Fakat o zaman da tadımlık olacak!.. Sonuç olarak: Uzun süreli çiçek yatışına "evet!"


Yürüyüşümüz boyunca değişik köylülere rastladık. Bir ara ayakkabılarıma baktım, daha 1-2 ay önce aldığım La Sportiva ayakkabım 4-5 yıllıkmış gibi eskimişti. Jilet gibi keskin taşlar, pek çok yerini kesmiş ve delmişlerdi. Likya Yolu çarşaklı bir yoldu.
Bir ağaçta "Rough" kelimesi gördük. Önce, kesilecek ağaçlara dair bir işaretleme mi dedik ama sonra kaba, hoyrat, taşlı, inişli anlamlarını hatırlayıp bunların bir uyarı levhası olduklarını anladık. Bu civarda epeyce bir heyelan olmuştu. Bir yerde ise yol tamamen araç geçişine kapanmıştı. Başka bir yerde yol ikiye ayrıldı. Bir kısım Müslüm hocayla yukarıdan gitti, ancak orada yol bittiğinden yeniden bizim gittiğimiz yola geçildi. "Phellos 14 km" levhasına ulaştık. Bir ara yolda Müslüm hoca bana bir telsiz verdi. Siz ormandan gidin dedi, kendisi de tek başına yoldan devam etti. Telsiz melsiz olaylarını pek sevmem, çünkü çalınca mecburen açmak lazım. Ben pek telefonla konuşan biri değilim, zorunlu olursa konuşurum ancak. Evde telefon çalar, sabit telefon, ben hiç açmam, öylece çalar durur. Tabii burada Müslüm hoca çalınca açıyordum.
"Neredesiniz Murat, tamam."
"Yol bitti, uçurumvari bir yere geldik, hocam, tamam."
"O zaman uçurumun etrafından dolanıp dere boyunca ilerleyin, tamam."
"Tam anlayamadım. Hamam mı tamam mı, hocam?"
"Tamam dedik, Murat, hamam, aman tamam!"
Bu telsiz işleri biraz oyun oynamaya benziyor ama çok yararlı. Haberleşmede çok faydalı oluyor fakat konuşulanları tam anlamak da kolay olmuyor. Telsizle bir koldan Müslüm hoca bir koldan da biz Likya Yolu işaretlerini aradık. Telsizle 10 kez kadar haberleştik, rota belirledik ve bir yol kıvrımında buluştuk.


Nihayet Hacıoğlan köyüne ulaşabildik; ortada ne Hacı vardı ne de oğlan; sadece inşaat yapan işçiler vardı. Yaklaşık 18 km kadar yürümüştük. Yürüyüşler sonrasında esnetme hareketleri yapılıyordu ve esnetmeyi genellikle Tahsin hoca yaptırıyordu. Hacıoğlan'a minibüsümüzü çağırdık. Cihan hanım da minibüste geliyor ve bizi karşılıyordu; o gün yaptığı yürüyüşleri ve gezileri anlatıyordu. Bazen Pervin hanım da yürüyüşlere katılmıyor, şehirde kalıyor ve Cihan hanıma eşlik ediyordu. Bir keresinde de Asuman ayak tabanlarını dinletmek için 1 günlük mola aldı. Yarın yine buraya dönmek üzere oradan ayrıldık; ancak yarına kalmadan 30 dakika sonra geri döndük; Yahya hocam çeşme başında gözlüğünü unutmuştu. Dönmememiz için çok çaba sarfetti ama biz dönüp gözlüğü almaya karar verdik ve çeşme başından gözlüğü aldık.


Artık Kaş'taydık. Otel konusunda bir sorun çıktı. Kaş'ta Sera otelde kalacağımızı sanıyorduk. Bu otelde sauna vardı ve ben birkaç gündür bunu tekrarlıyor, saunada rahatlayacağız diyordum. Bizim otelin ismi Sera değil Ferah otelmiş!.. Otel güzeldi, merdivenlerinin mermer işçiliği pek hoştu, ama saunası yoktu!.. Burada da yine Bayram isimli bir görevli vardı. Tek kişilik odalarda kalacağımız haberine sevindim; herkes hızlı bir şekilde odalarına dağıldı, malzemeleri toparladık; ben epeyce bir çamaşır yıkadım. Yemeğe kadar 1.5 saatimiz vardı ve ben 1 saatimi sıcak duşa ayırarak nihayet bir "Murat klasiği" yapabildim. Benim odam 3. kattaydı. Bavulla çıkması zor oldu. Nazım hocayla Müslüm hoca birlikte kalıyorlardı ve 4. kattalardı. Herkes farklı katlara dağılmıştı.


Akşam 19.30'da hepimiz havuz başında toplandık. Yan tarafta Nur Otel vardı, ama etrafa nur saçmıyordu. Oradan aşağı süzüldük. Ülkü'nün ODTÜ'den arkadaşı Aydın beyin tavsiye ettiği "Ananın Mutfağı'na" gittik! Daha doğrusu "Mama's Kitchen." Lokantanın tam ismi "Bi Lokma" lokantasıydı. Etkinlik boyunca hangi lokantaya gitsek aç olduğumuz için süratle onlarca şey istiyorduk ve garsonlar ya da garsoneler allak bullak oluyorlardı: Kepek ekmek verebilir misiniz? Ayran alabilir miyim, tuz var mı, 1 kaşık daha lütfen; arka arkaya makineli tüfek gibi ardı arkası kesilmeyen istekler, yorulan garsonlar; çünkü açtık!.. Bir süre sonra bir kadın gelip yüksek sesle "Hello, I am Mamma!" dedi. Bir sessizlik oldu, ben neredeyse "So what?" diyecektim kadına!.. Ya da İtalyanca "Sinyorita, non parlo İtaliano!" diye başlayacaktım!.. Sonradan kadın Türkçe'ye döndü; yanıma gelseydi "Türkçeniz baya iyi!" diye bir espri hazırlamıştım. Mama'nın büyük kızı siparişleri aldı. Torunu da garsoneydi, sevimli biriydi. Büyük kız bize ısrarla Mantı yiyin dedi; biz de ısrarla Napoliten makarna dedik, bir kısmı mantı dedi. Önce bir mercimek çorba içtik; Napoliten makarna gelince kadına hak verdik, makarnanın dibi çorba gibi suluydu, ben bile daha iyisini yapabilirdim. Aslında biraz aşağıda çok hoş Ristorante İtaliano vardı, zaman bulsaydım oraya ekstradan bir gidecektim. Asuman, bir Kayserili olarak Mantının tadına baktı ve olumsuz görüş bildirdi. Fakat sütlaç güzeldi, ben beğendim ve afiyetle yedim. Közlenmiş patlıcan ve karışık salata da pek hoştu; özellikle közlenmiş patlıcandan 1 tencere yiyebilirdim. Gerçekten iştahım bu etkinlikte artmıştı, çünkü hep açtım! Yıllardır 55 kiloydum; biraz yemeye karar verdim ve son zamanlarda 62'ye ulaştım; yani iyi yersem kilo alıyordum. Bu etkinlikte ise özellikle sabah kahvaltılarında Ankara'dakinin belki 4 katını yiyordum. Amelelerin neden büyük bir iştahla yediklerinin de matematiksel bir ispatıydı bu; aşırı fiziksel aktivite insanı amele gibi iştahlı yapıyordu.
Akşam biraz Kaş'ı gezdik. Antik dükkanlar gördük; bir de kocaman bir Lahit mezar vardı. Her yerde motorsikletler dolaşıyordu ve çok gürültü yapıyorlardı. Bunların mutlaka yasaklanması gerekiyor. Kaş'ın tam karşısında Meis adası vardır. Onun ışıkları uzaktan parıldıyorlardı; adalar her zaman büyüleyicidirler; doğrusu bir ada'm olsun isterdim, biraz para biriktireyim bari; her şey mümkündür, Omne possibile!.. Yunanistan krizden çıkmak için küçük adacıkları satacakmış; şansımı denemeliyim belki de!.. Hayal edelim, gerçekleşsin!.. Meis, bize en yakın ikinci Yunan adasıdır. 2000 yılında bu adada sadece 400 kişi yaşıyormuş; şimdi de taş çatlasa 1000 kişi olmuştur.
Evet, yürüyüşümüzün 3. gününü anlatmayı da böylece tamamlamış oldum. Likya Yolu Etkinliğinin bütün fotoğrafları aşağıdaki linkte, Picasa Albümümde mevcuttur:
Şimdi yazımı bir müzikle sonlandırıyorum; Elvis Presley, The Lady Loves Me; Leydi Beni Seviyor Ama Bundan Haberi Yok:


Mehmet Murat ildan






Tuesday, April 13, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -3



Bu yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 4 Nisan Pazar günkü bölümüne dair hatırladıklarımı yazmak arzusundaydım. Günlük olarak Müslüm hoca şöyle bir sistem oluşturmuştu. Sabah 6'da kalkıyorduk, hazırlıkları yapıyorduk. Saat 7'de kahvaltı yapılıyordu ve 7.30'da da kaldığımız yerden yürüyüş için yola çıkıyorduk. Bu tür etkinliklerde disiplin önemlidir, aksi takdirde insan rehavete kapılır. Öz Pansiyondaki kahvaltı da güzeldi. Kahvaltıda portakal yemek de pek hoş oluyordu.




Hazırlıklardan bahsetmişken şunu da ekleyeyim. Ben akşamları yatmadan önce ayaklarıma iyice Nivea krem sürüyordum; sabah da kalkınca antiseptik pudra döküyordum üstüne. Askerde bunu sıkça yapardım. Pudra, ayağı biraz kayganlaştırıyor ve yanmayı, dolayısıyla su toplanmasını da önlüyordu.
"Öğle vakti kumanyalarımız" toplu olarak akşamdan hazırlanıyordu. Tahsin-Yahya ve Müslüm hoca üçlüsü kumanya alışverişlerini yapıyorlardı. Yürüyüş uzunsa 3 litreye kadar soğuk su ve bir de termosta sıcak su alıyorduk; bunlar yükü epeyce ağırlaştırıyorlardı. Azıklarımız, kepek ekmek, beyaz ekmek, domates, biber, beyaz peynir, salatalık, bal, portakal, elma ve zeytinden oluşan güzel bir vejetaryen karışımdı. Ben domates üzerine serpmek için İtalyan Otlar da almıştım; bunların içinde kekik, fesleğen gibi benim en çok sevdiğim türden otlar vardı. Bu ot karışımına bir de deniz tuzu eklenmişti.
Sabahki kahvaltıdan sonra tozlukları giyip, kene kovucuları tozluğa püskürtüp minibüse bindik; pansiyondan yukarı doğru giden yolu takip ettik ve bir Osmanlı sarnıcına geldik. Bu kubbeli sarnıcın karşısında Likya Yolu levhası görülür. Levhada "Kalkan 3 km, Bezirgan 6 km" yazar. Bizim ilk hedefimiz Bezirgan denen yerdi. Buradan dağa doğru bir patika başlar. Bezirgan, Kalkan'ın yaylasıdır. Sıcak yerlerin hemen her zaman bir yaylası olur, çünkü buralar yazın cehenneme döner, yanar kavrulur.


Yol boyunca 3-4 tane kuyu ve 2 tane de ağıl gördük. Sürekli olarak yükseldik. Yükseldikçe Kalkan aşağılarda kaldı ve harika deniz manzarası gözler önüne serildi. Uzaklarda bir duman gördük ve Müslüm hoca yangın ihbar hattını arayıp dumanı ihbar etti ve yerini belirtti. Bir yangın mı vardı yoksa köylüler mi kontrollü bir şeyler yakıyorlardı anlayamadık.


Yolumuz üzerinde gördüğümüz birkaç kayalık yere çıkıp fotoğraf çektik. Kaya tırmanış eğitimi alan Nazım hoca nerede kaya görse "Bu bizim kaya mı Yahya?" ya da "Bu kaya nedir ya, çerezlik bu!" diyordu Müslüm hocaya. Zaman zaman "Aşkın metafiziği" üzerine bir tartışma başlatmak istiyor, fakat herkes "Onu yarın yaparız hocam," diyorlardı, o yarın hiç gelmedi. Bu gezide Nazım hocanın bir panteist olduğunu öğrendim. Panteizm ilginç bir felsefedir. Buna göre evrenin tamamı tanrıdır. Her şey tanrının bir parçasıdır; üstat Spinoza da Tanrı her şeydir, her şey tanrıdır der. Biz normalde Tanrı ve evreni ayrı ayrı şeyler olarak düşünürüz ama Spinoza onlar aynıdır der; belki de öyledir, bilmiyorum.
Yürüyüşe devam ettik. Papatya tarlalarından geçtik. Yavaş yavaş ben bu işaret bulma olayını sevmeye başladım ve o yüzden de bel ağrım geçti mi hemen ön tarafa geçiyordum. Bir süre sonra bir takım kulübe benzeri yapılara geldik ki bunlar "Ambarlar"dı. Likya Yolu üzerinde pek çok lahit vardır ve bunlar ev şeklindedirler. Bu tahıl ambarları da tıpkı lahitler gibi yapılmışlardı. Ambar tahtaları kızıldır. İçlerine buğday konur. İçlerini görmek de mümkündür.


Ambarlarda dolaşırken çok şeker bir kıza rastladık. Pembe tokaları, yıldızlı tişörtü olan bu sevimli köylü kızının hoş bir gülüşü vardı. Adı Mine'ymiş. Şule'nin adım-ölçerindeki rakamın 7500 olduğunu öğrenince "Oha" sözcüğünü kullandı ve bu bizim epeyce gülmemizi sağladı. Bir ara koşuşturma oldu; sonra Jale, Mine'nin kalbi nasıl atıyor bakın dedi ve sırayla doktor gibi onun kalbini dinledik. Genellikle 2 tip köylü oluyordu, ya kurnaz tipler ya da Mine gibi saf, henüz kötülük bulaşmamış, bir şey söylendiğinde utanarak boynunu hafifçe eğip yere bakan temiz kalpli olanlar. Ama Mine daha ne kadar bu halde kalacaktı ki? Toplum onu da bozacak, ezbere dayalı yanlış eğitim onu da aptallaştıracak, çürütecek, temiz kalpliliği kirlenecek, yalanı dolanı, her türden kurnazlığı öğrenecek. İnsanı o saf ve temiz halinde tutmanın yolu nedir? Bu yolu bulan dünyayı da insanlığı da kurtarmış olacak!..


Ambarları ve sevimli Mine'yi geride bırakarak, koyun sürülerinin yakınlarından, tavukların, horozların arasından, nanelerin yanlarından, gelinciklerin önlerinden, dantel işleyen köylü kızların kıyılarından, kısacası pastoral yaşamın kalbinden geçip ilerledik ve Bezirgan köyüne vardık. Bu köyün girişinde kurban kesen bir çocuğa rastladık. Bir kuzunun derisini yüzüyordu. 1926 doğumlu olmasına rağmen 95 yaşında olduğunu söyleyen fesli bir dedeye rastladık. Köy dünyasında "asparagas yaş haberleri" oldukça yaygındır. Bu yaş şişirmenin ödülü, "Bakın yaşım bu kadar yüksek olmasına rağmen halen genç ve dipdiriyim," mesajıdır ama bize sökmez!.. Bence o dede, 75-80'di en fazla, ama söylediği gerçek de olabilir bir ihtimal, bütünüyle haksızlık etmiş olmayayım adama.


Yolumuz üzerinde bir levhaya daha rastladık. Burada Sarıbelen 7 km yazıyordu. Bezirgan güzel bir köydü. Köy camisinde ihtiyaç molası verdik. Bezirgan yaylasının elmaları meşhurdur. Yahya hoca, eğer mevsimi olsaydı burada deve gibi büyük elma yiyebileceğimizi söyledi. Elma diyince Tahsin hocam bir yerden bir torba dolusu buzluk elması getirdi bize. Ben ilk lokmayı yiyince elmayı acı buldum ve de yemekten vazgeçtim!.. Tahsin hoca elmayı afiyetle yedi. O koca elmaların tek başına bitirilemeyeceği de rivayet edilir.


Köyün kahvehanesine gittik. Bazılarımız kahve, bazılarımız çay ve bazıları da kekik çayı içtiler. Burada İsmet beyle tanıştık; İsmet Sarıca, Ömer Sarıca'nın babası. O da tıpkı Ömer bey gibi Ksantos'ta çalışıyormuş, emekli olmuş; efendi, saygılı biriydi. Bizi evine götürdü. Bahçesinde enfes domatesler vardı; alıp yedik; badem verdi bizlere; ben taze soğan da koparıp yedim. Bu da beni iyice acıktırdı. Bahçede koca koca limonlar dallarından sarkıyorlardı ve Ülkü bu limonlardan aşırmak niyetindeydi. Evdeki küçük bir kız büyük bir hindiye bakıyordu. Teşekkür edip vedalaşarak evden çıktık; Tahsin bey bir oğlak buldu ve sevdi. Bu keçi yavruları çok sevimli oluyorlar. Peki ben sevdim mi? Hayır sevmedim! Uzaktan sevdim!.. Bir ara Tahsin bey Şule'ye badem verdi ve Şule de bademi afiyetle yedi, ancak daha sonra Tahsin beyin elleriyle keçiyi sevdiğini hatırlayınca hızlı bir şekilde ağzına su alıp gargara yaptı!.. Oldukça titiz biri. Ama ben daha titizim herhalde ki ben keçileri hatırlayıp güzelim bademi bile almamıştım!.. Alsaydım ne olurdu? Hiçbir şey olmazdı!.. Bağışıklığımızı mikroplarla güçlendirmemiz gerekir zaman zaman. Yolda bir başka ev daha bizi davet etti; sadece bahçesine girip sohbet ettik. Burada köylüler yalnızlıktan ve insansızlıktan usanmışlar ve misafir istiyorlar. Köylerde misafir aranan bir şeydir; şehirde ise misafirden kaçılır!.. Kapı dürbünleri misafirler ve akrabalar için yapılmıştır; dürbünden bakıp kapıyı açmazsınız!..


İsmet bey bizi bırakmaya pek niyetli değildi. Hoşçakal dedikten sonra da bize köyün tarihi birkaç yerini göstermek istedi. Bizi bir mezar kalıntısına götürdü. Ben İsmet beye "Köyünüzün neyi eksik?" diye sordum. O da bana "Ebemiz yok!" dedi. Ben biraz gülümsedim ve demek "Burası ebesiz bir köy!" dedim. Aslında ebenin tayini yapılmış ama bir türlü uygulamaya geçilememiş. Köyde halen ebe bekliyorlar yani. Girişte köyün seyyar morgu da vardı. İsmet beye ikinci kez hoşçakal dedik!.. Bütün bunlar yaşanırken aklıma Gandhi filmi geldi. Ben Kingsley'in başrolde oynadığı bu film gerçekten enfestir. Burada bir sahne vardır. Hindistan'da her şey karışıktır, siyasi yaşam ve olaylar çalkantılıdır. Sevgili Gandiji ya da Bapu, Hindistan'ın babası Güney Afrika'dan zaferle dönmüştür; önemli bir kişi ona "Hindistan'ı gez, kendi ülkeni tanı," der ve Gandi de bu tavsiyeye uyarak trenle İngiliz işgali altındaki Hindistan'ı dolaşmaya başlar; yüzlerce kilometre yol yürür. Bu, onun için çok ilginç bir seyahattir, çünkü kendi halkını çok yakından tanıma fırsatını bulur, Hindistan'ın sefaletini görür, fakirliğe doğrudan tanıklık eder. Zaman zaman bizler bunu yapmalıyız; kendi ülkemizi dolaşıp, bilinmedik köylere, girilmedik mahallelere, dolaşılmadık mekanlara girip çıkmalıyız.
Yürüyüş yolumuz üzerinde "Yumrutepe 840 rakım" yazan bir levhaya rastladık. 4 km yol yürümüş olmalıydık ki "Sarıbelen 3 km" yazılı levhaya geldik. Boyalı işaretler bazen direklerde bazen ağaçlarda oluyordu. İnsan unutup taşlara odaklanıyor, yüzlerce taşa bakıp işaret göremeyince Likya yolunu kaybettik diyordu ama kafayı biraz yukarı kaldırınca ağaç gövdesindeki kocaman işaret bulunuyordu; bazen de grup ikiye ayrılıp işaret arıyordu; zevkli bir işti bu. Sarıbelen'e ya da öteki ismiyle Sidek'e gittik. Yolumuz üzerinde yeni bir levha gördük. Üzerinde Gökçeören 13 km yazıyordu. Bu yöne saptık, yaklaşık 3 km yürüdükten sonra tarlalı denen yere ulaştık. Artık dönüş vaktiydi. 10 km daha yürümek istemiyorduk çünkü yorulmuştuk.
Kestirmeden aşağılardaki toprak bir yola inmek arzusundaydık ve sonra da minibüsü oraya çağıracaktık; benim "Öz Likya Yolu" dediğim yere girdik!.. Burada yol falan yoktu; tamamen makiliklerle kaplı, zaman zaman hiç geçit vermeyen bir dokusu vardı buranın. İlerleyebileceğimiz bir patika arıyorduk. Eğer o gün şort giymiş olsaydık hiç şüphesiz onlarca kesik oluşacaktı. Bir ara Nazım hoca oklava gibi yuvarlak bir taşa basıp düştü, neyse ki yumuşak bir düşüş oldu. Bu bölümde benim elime 20-30 kadar minik minik kıymıklar battı; üşenmeyip fotoğraflarını çekseydim ilginç olabilirdi. Daha mantıklısı o sırada biriyle tokalaşıp bütün kıymıklardan kurtulabilirdim!.. Aslında dikkatli olsaydım dikenli otları görüp öteki taraftan gidebilirdim, fakat Errare humanum est! Yani hata yapmak insan aittir ya da hata insanidir!..
Bu etapta yolumuz üzerinde devasa kayalara rastladık; bunların üzerinde biraz uzanıp güneşlendik, uzunca bir mola verdik. Bu kayalara tırmanmak kolaydır çünkü pek kaymazlar, ayakkabıların tutunacağı pek çok girinti çıkıntıları vardır. Etkinlik boyunca sıkça keçi boynuzu ağaçlarına da rastladık; bunlar henüz yeşil ve tazelerdi.
.
Bir ağılın yakınlarına geldik; köpek havlamaları duyuluyordu; özellikle çoban köpekleri tehlikelidirler, çünkü korkusuz köpeklerdir bunlar. Korkusuz hayvanlardan korkulur. Bir NG belgeselinde görmüştüm; 10 kadar avcı ellerinde dolaşıp aslan avlıyorlardı. Bir aslan gördüler. Aslan, avcıyı uzaktan gördü ve inanılmaz bir hızla avcının üzerine doğru koştu; hiçbir korkusu yoktu; zar zor ateş açıp öldürdüler aslanı.
Bu az önceki ağılın sahibi Muharrem beydi. Batonlarımızı beğendi ve bana hediye edin dedi!.. Aslında 10 liralık batonlardan olsaydı verebilirdik tabii!.. Bu hediye olayını Mine'ye rastladıktan sonra epeyce düşündüm. Esasen böyle etkinliklere gelirken yanımıza özellikle köylü çocuklara verilebilecek birkaç hediye alabiliriz. Tabii herkese hediye verilmez, yalnıza hak edene verilir. Mesela ben Muharrem beye vermezdim, ama Mine'ye 1 değil 10 hediye de verirdim. Bunu düşünebiliriz; ufak tefek cincik boncuk yanımıza alıp hak eden birkaç ufaklığa dağıtabiliriz.
Bu etabın çoğunluğunda ben önde yürüyordum; işaret bulmayı sevmiştim; önde yürümeme kimse de itiraz etmediğinden ben de "yürü babam yürü" yaptım. Bazen Yahya hocam "Muraat, yavaşla yaw!" diye arkadan bağırıyordu. Ben yavaş yürüyünce yoruluyorum; en çok nerede yoruluyorsun derseniz Anka Mall'da, Armada'da, yavaş yürürken yoruluyorum. Bir de herkesin alışkın olduğu bir tempo oluyor, o tempoyu değiştirmek hiç kolay değil. Bu etapta hatırladıklarımdan biri de şuydu: Asuman fotoğraf çekerken neredeyse ısırılacaktı. Bir tarla vardı ve köpekler o tarlayı koruyorlardı. Herkes tarlanın yanından geçti, Asuman geride kalmıştı; elindeki sopaları da bırakıp fotoğraf için köpeklere yaklaşınca tehlike doğdu ama Asuman pek farkında değildi. Köpeklere karşı dikkatli olmak lazım, yoksa bir anda dişlerini paçalara geçirirler. Sopalar dedim az önce, çünkü Asuman etkinliğe son anda katıldığı için batonlarını evde unutmuş; Tahsin hocanın yedek batonlarını da kullanmadı, o yüzden kendisine 2 kocaman sopa buldu; hiç üşenmeden 10 gün o sopalarla Musa'nın asaları misali yürüdü.
Yürüyüşte herkesi az çok görüyordum. Pervin hanım bazen kask giyiyordu, çünkü oğlu ABD'de talihsiz bir düşüş yaşayıp kafasını çarpmıştı; buradan ailecek bir hassasiyet doğmuştu ve Yahya hocam da kask getirmişti. Esasen kask takmak kayalık yerlerde hayati önem kazanabilir. Kask derken aklıma geldi, yarın Kent Park'ta Decathlon mağazası açılıyor. Burada çok sayıda doğa aktiviteleri ürünleri satılacak. Ben de merakla açılmasını bekliyorum yarın. Bir şey almasam dahi ürünleri tek tek inceleyeceğim.
Tahsin hoca güneşten yanmaya başlamıştı. Krem falan da sürmüyordu, amacı kızıllaşmaktı. Yürüyüş esnasında bir "şehir efsanesi" dolaşıyordu. Cihan hanım akşam sulu yemek yapacakmış söylentileri artmıştı ve bu durum hoşumuza gitmişti. Dağcı, doğa yürüyüşçüsü açtır, her zaman açtır, yemesi gerekir. Bu duygularla pansiyona döndük. Öz Pansiyondaki son geceydi bugün. Kuru fasulye olayı şimdilik doğru çıkmamıştı, mutfak sorunu çıkmıştı ve başka bir zamana ertelendi. Ancak bir sürü şey yapılmıştı bile. Bol yeşillik vardı, patates salatası vardı; peynir tabağı vardı, cin biberlerden hatırlıyorum. Rakı ve şarap da alınmıştı. Cihan hanım yine güzel şarkılar söyledi. Bir ara ben ona espiriden "Biraz da Elvis söyleyin," diye takılmıştım. Bu yemekte birden Fransızca bir şarkı söylemesine şaşırdım; sonra da bana dönüp "Yabancı şarkı istemiştin ya," dedi. Yanılmıyorsam kendisi Fransızca öğretmeni. Bir de "Yenge" krizi yaşandı!.. Ben de sanki Kardak Kayalıkları krizi gibi bahsettim olaydan! Cihan hanım "Yenge" sözcüğünden hoşlanmıyor, ki ben de onunla aynı fikirdeyim.
Masada Yahya hocam neden önce fiziği bırakıp sonra tekrar merak sarıp fizik okumaya başladığını anlattı. Bu arada bana da epeyce bir soru soruldu; neden romana başladığım soruldu; tabii ben soruları geçiştirdim, detaya inmedim. Bana bir şey sorulduğunda genellikle "Bilmem" derim. Bu, insana kolaylık sağlar; gölgede kalmak güzeldir, izlenmek değil de izlemek güzeldir. Bilip bilmeme konusuna gelince, yaşamım boyunca bildiğim tek şey Sokrat gibi "Hiçbir şey bilmediğimdir." Her geçen gün bu durum bende daha sağlam yerleşiyor ve kelimenin tam manasıyla hiçbir şey bilmediğim duygusu bana hakim oluyor. Evet, hiçbir konuda hiçbir şey bilmiyorum, aynen böyle hissediyorum.
Evet, sanırım 4 Nisanın özeti de buydu. Yol boyunca benim aklıma en çok üstat Ernest Renan'ın İsa'nın Hayatı kitabı geldi. Bu kitabın eski ama harika bir dili vardır. İsa ve bir grup havari belirli bir bölgede devamlı dolaşır, yürürler. Bir amaçları yok gibidir. Kitapta şöyle yazar Renan: "Onun sevdiği şey, kulübeleri, harman yerleri, kaya içine oyulmuş zeytin mengeneleri, kuyuları, mezarları, incir ve zeytin ağaçlarıyla Galile'deki köylerdi. İsa daima tabiata yakın yaşadı. Bu kitabın büyülü bir yanı vardır. Pastoral yaşamdan izler taşır; tabiata övgü vardır. Bu kitabı içselleştirdiğim için yürüyüşlerde bunu hep hatırlarım.
Mehmet Murat ildan



Monday, April 12, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -2


Likya Yolu Yürüyüşü ile ilgili genel bilgileri öteki yazımda vermiştim. Şimdi, yeni garaj yapımından zaman bularak olayları ve yaşadıklarımızı biraz daha detaylı anlatmak arzusundayım. 2010 yılının 2 Nisan Cuma günü Ben, Jale, Şule, bir ODTÜ'lü olduğunu bu gezide öğrendiğim Asuman ve şairimiz Nazım hoca saat 22.00'da AŞTİ'den kalkacak Kamil Koç otobüsüne bindik. Ülkü, sanırım dönüş biletindeki 22.30 saatini gidiş bileti saati sandığı için gecikti; Jale'nin (ya da Yahya hocanın deyişiyle Cale'nin) telefonuyla apar topar AŞTİ'ye doğru yol aldı. Biraz panikle ve bir arkadaşının yardımıyla otobüse yetişti. 22.15'te yola çıktık. Tahsin hoca ve eşi Cihan hanım Pamukkale otobüsüyle bizden yarım saat önce hareket etmişlerdi; Cihan hanım önde oturmayınca araba tutması yaşıyor sanırım ve bu nedenle onlar ayrı geldiler; Yahya hocam ve eşi Pervin hanım ve de teknik direktör Müslüm hoca, onlar da önceden Demre'ye gitmişlerdi.


Yolda 10 dakika yolcu indirme molası verildi. Bu molayı Nazım hoca 30 dakikalık ana yemek molası sandı; otobüs kalkmak üzereydi, Nazım hocayı aradım; koltukların arasında sakince gazetelerini okurken buldum onu; bir tek elinde nargilesi ve ayağını içine soktuğu sıcak su leğeni yoktu!.. Otobüs muavini "Gelmeyen bir kişi var" diyince şoför de bize dönüp "Herhalde o da sizden biri!" diyerek geçmişe bir göndermede bulundu, kara listeye alındığımız imasını yaptı!.. Aslında Nazım hocam biraz haklıydı çünkü kısa mola anonsu yapılırken tek bir kelime dahi anlamamıştık, ne molası olduğunu bile duyamamıştık. İstanbul Valisinden de daha hızlı konuşuyordu bu şoför!.. Bu tip konuşmaları anlamak için kriptolog olmak, yani şifre çözücü olmak gerekir.


Yol boyunca bütün gece yağmur yağdı; otobüs çok yavaş gitti ya da benim deyimimle "çok uyuz gitti!" Ankara-Polatlı- Sivrihisar yaptık, Afyonkarahisar'a gelmeden Antalya yoluna saptık ve Muğla üzerinden Fethiye'ye vardık. Fethiye pek sevimli bir yer değil; tren gibi upuzun. Otobüs koltuklarının önlerinde videolar vardı ve insanı rahatsız ediyorlardı, uyumayı zorlaştırıyorlardı. Ben 4 koltuk önümdeki kişinin ne seyrettiğini görebiliyordum. Sabahın üçünde bile Türk filmi seyredenler oldu. Sağ koltuktaki Nazım hoca kendi kendine epeyce bir şiir okudu ve klasik müzik dinledi!..

3 Nisan sabahı Fethiye'de bizi Ernur bey karşıladı. Ahmet beyin efendiliğine alışkın olduğumuz için Ernur bey bize oldukça farklı geldi. Biz, Ömer Sarıtaş'ın bizi karşılamaya geleceğini sanıyorduk; otogarda da ona çok benzeyen birini gördük ve hatta Şule onu Ömer bey sanıp merhaba demişti. Üzerinde KTT yani Kalkan Tourism Transportation yazan bir minübüse bindik. Cem Karaca'nın, "Bindik bi Alamete gidiyoz kıyamete," şarkısını hatırladım ben!.. Kıyamete değil ama Kahvaltıya gittik. Ernur bey başka bir yerde kahvaltı bulamazsınız diyerekten bizi biraz kandırarak KTT'nin yerine götürdü. Sucuklu yumurtalı domatesli omlet yapıldı. Pek de güzel değildi, yağı tereyağından farklı bir şeydi, umarım makine yağı değildi. Ama aç olduğumuzdan ben yine de afiyetle yedim!.. Açlık her şeyi güzelleştiriyor. Aç adamın gözünde küflü ekmek de tazedir!..


Yeniden yola koyulduk. Yüksek dağların önlerinden ilerledik. Akdeniz Toros dağları zincir halkasından bölümlerdi gördüğümüz bu dağlar. Rodos adasından başlayıp Suriye'ye kadar kıyıya paralel uzanan 2000 kilometrelik abartı bir zincirdir Toroslar. Yahya hocalarla Kalkan'da buluşacaktık; onların gelişleri gecikeceği için biz yolumuz üzerindeki Saklıkent'i görmeye karar verdik. Kemer isimli bir levha gördük ama bu Kemer Antalya'daki Kemer değildi elbette. Kemer üzerinden bu saklı cennete vardık. Herkeste bir fotoğraf çekme heyecanı başladı. Japonlar gibi gerçekliği unutup sanal resim çekme işlerine daldık; sanal olan gerçeğin önüne geçti. Sanki fotoğraf çekemeseydik oraları görmemiş sayacaktık kendimizi!..


Saklıkent bir Milli Park'tır. Akdağ'ın eteklerinde, Eşen çayının kolu üzerinde yer alır. Parkın içinde harika, daracık koridorlu bir kanyon gördük. Bu kanyonda yürümek istedik ama Müslüm hocaları bekletmemeye karar verdik. Kanyonun duvarlarına demirler çakılmış, tahta köprüler inşa edilmiş. Köşk denen dinlenme ve yemek yerleri de vardı; tabandan sular kaynıyordu; gayet de güzel kahvaltı yapacak yerler vardı!.. Kanyonun uzunluğu 18 km'dir ve buraya bütün bir günü harcamak gerekir. Yolumuza devam ettik.


Bir sonraki durağımız Fethiye'ye 55 km uzaklıkta bulunan Xanthos'tu yani Kınık'tı. Ksantos Antik Kenti'nde bizi Ömer Sarıca karşıladı. Efendi biriydi. Kınık harabelerinde görevli bir memur ve Yahya hocanın dostlarından biri, ya da en azından ben böyle biliyorum. Bize çok güzel bilgiler aktardı. Elbette her şeyi akılda tutamadık. Xanthos, Likya bölgesinin en önemli dini ve idari yeridir, tam başkent omasa da başkent gibidir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla dek uzanır. Bir ara burayı Persler işgal etmişler ve buranın onurlu halkı müthiş bir direniş göstermiştir; bu direniş bütün Likya bölgesine örnek olmuştur. M.Ö. 168 yılında Likya Birliği kurulduğunda burası lider kent olmuştur. Bazı olaylar sonraki nesillere ilham kaynağı olurlar ve geleceği aydınlatırlar. Gelecek, geçmişe bakarak yaratılır; mazi, bir referans noktasıdır.


Ömer bey tiyatroları anlatırken ilginç bir bilgi vermişti. Mesela tiyatro 7000 kişilik ise kentin nüfusunun da yaklaşık 14 000 olduğu bilgisine ulaşılabilmektedir. Likya başkentinin halkı da enteresandı. Ülkeleri işgal edildiğinde bu halk intihar edermiş. Mesela Persler geldiklerinde kadın ve çocukları kölelerle birlikte evlerine kapatıp ateşe vermişler, erkekler de düşmana ölümüne saldırıp sonuda onlar da intihar etmişler. Üstat Heredot, Likyalıların Pers komutanı Harpagos'a karşı savaşlarını böyle anlatır. Tarihin ilerleyen sayfalarında Romalılar kente saldırdıklarında bu halk yine aynı şekilde davranmıştır. Roma ordusu Brutus'la Xanthos'a girdiğinde sadece 16 kişiyi canlı yakalamayı başarmıştır. Tarihin en onurlu halklarından biriydi onlar. 2 kez toplu intihar etmeleri, karşı tarafa katılmaktansa ölmeyi tercih etmeleri elbette korkunç bir trajik olaydır da. Ben şahsen "yaşayıp çözüm üretme" yanlılarındanım, yani intihara kesinlikle karşıyım; yaşadıkça her sorun çözülebilir, her şey yalnızca yaşadıkça çözülebilir; varoluş, onurdan, şereften önce gelir; önce baton, sonra varoluş ve sonra onur!..


Peki bu harabeleri kim buldu dersek, biz bulmadık derim! 1838 yılında Charles Fellows isimli bir araştırmacı bulmuş Xanthos'u. Buranın UNESCO Dünya Mirasları listesinde olduğunu bilmek ayrıca hoşuma gitmişti. Özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına bu denli düşkün Xanthosluları saygıyla selamlamak düşer bize. Bay Fellows, buradan pek çok şeyi British Museum'a götürmüştür ve bunlar mutlaka geri alınmalıdır; hırsızlık, düşük bir ahlakın göstergesidir. Fakat olayı yeterince bilmeden de Fellows'u suçlayamam; belki de eserlerin burada tahrip olacağını düşündüğü için son derece iyi niyetle yapmış olabilir bunu; çünkü tarihi seven bazı Batılı bilim adamları kötü niyet taşımadan da bu eserlerin korunmasını arzulayabilmektedirler. Gerçeği, iki tarafı da dinledikten sonra, o dönemim koşullarını bildikten sonra bulabiliriz ancak. 1950 yılından beri de burada Fransızlar kazı yapmaktalarmış; bizimkiler ne yapıyor dersek, herhalde bir yerlerde armut topluyorlardır!.. British Museum'da Likya Eserleri bölümündeki eserlerin hepsinin iade edilmesi gerekiyor. Bunu biz hiç söylemeden, İngilizlerin kendileri, vicdan ve etik değerler bağlamında onları geri vermeleri gerekiyor. O eserlerin Londra'da olmaları hiçbir şey ifade etmez; onlar buraya, Likya'ya aitler!.. Kim nereye aitse orada olmalıdır. Şeytanın bu dünyada yeri yok, o, cehenneme ait!.. Tanrı'nın bu meseleyi çözmesi lazım; bu, bizim değil Tanrı'nın sorunu; eserlerin iadesi ahlaken öncelikle İngilizlerin, kendi ahlak ve vicdanlarının sorunudur!..


Ömer bey daha pek çok şey anlattı. Harpi anıtından bahsetti. Harpialar Yunan mitolojisinde fırtınaların ve ölümün sembolüdürler; kadın başlı, akbaba bedenlidirler; bunlar ölülerin ruhlarını gökyüzüne taşırlar yani bir çeşit metafizik cenaze arabasıdırlar!.. Örenyeri rehberi, tiyatronun zeminindeki aslan odalarından bahsetti; tiyatro aynı zamanda arena alanı olarak da kullanılıyormuş. Tiyatro'da ayaklar öteki oturaklara taşmasın, önde oturanları rahatsız etmesin diye bir çizgi de vardı; insanlar bu çizgiyi geçmezlermiş; çizgiyi geçip de öndekini alttan dürten magandalar o zaman da vardı elbette, kesinlikle varlardı eminim, çünkü magandalar zamanın ve mekanın her noktasına sinmişlerdir!.. Ksantos "sarı" demekmiş. Ksantos beyi de Likya'nın ilk kralıdır. Ksantos'la ilgili ilgi çekici bir literatür var ve ilgilenenler bu konuda ayrıntılı bir okuma yapabilirler. Bu arada bu örenyerinde bize beyaz, güzel bir kedi eşlik etti. Daha sonraki yürüyüşlerimize eşlik edecek başka hayvanların bir öncüsü gibiydi. Nuh'un Gemisi misali her türden bir örnek alıp yolumuza devam edebilirdik!..


Yeniden gezimize dönecek olursak, şu anda aklıma Şule'nin okuduğu bir şiir geldi. Şiir, Halim Yağcıoğlu'na ait. Bu şiir neden okunmuştu şimdi hatırlamıyorum; belki bir Sardunya çiçeği görüldükten sonra okunmuştu; o kadar şey konuştuk ki bunlar siliniyor; daha doğrusu ses dalgalarımız evrene dağılıyorlar; elimize bir sepet alıp bu dalgaları yeniden toplayabilseydik güzel olurdu:


"Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada,
Kırıldıkça kırıldıkça yeşeren,
Öylesine al al veren
Bir sardunya


Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Bir avuç toprağım olsun ama benim olsun
İster bir saksıda olsun ister bir dağda olsun
yeter ki gönlüm rahat olsun."


Bizim bu yürüyüşümüzde bir avuç toprağımız olmadı hiç. Hep bir avuç çakıl, bir kürek taş, bir kamyon dolusu kayamız vardı; her yer taştı, kayaydı!.. Ksantos'tan ayrıldık ve Kalkan'a gittik. Burada öğle vakti Öz Pansiyon isimli bir yere yerleştik, bir süre sonra Yahya hocalar da bize katıldılar ve ekip tamamlanmış oldu. Oraya bakan resepsiyonistin (ya da resepsiyoncunun) ismi Bayram'dı; güler yüzlü biriydi. Öz Pansiyon'un terası çok güzeldi; harika bir Kalkan manzarası vardı; harika derken, betonlaşmış Kalkan'ı bir an için unutarak bakmayı kastediyorum. Kalkan'ın etrafı yüksek dağlarla çevriliydi. Pansiyondaki 1 müşteri hariç hepsi tanıdıktı, yani bizden başka sadece bir kişi kalıyordu, sezon henüz açılmamıştı!.. Evliler çift odalara, tekler tek odalara dağıtıldı. Müslüm hoca haritalarda son teknik kontrolleri yaptı; maden suları içildi; yemek yemek üzere Üzümlü Köyü (Margaz) denen yere gittik ve Yahya hocanın orada daha önceden bildiği kahveye oturduk. Burası Kalkan'a arabayla oldukça yakındır. Eski ismi Margaz'dır. Margaz ise ünlü bir üzümdür. Üzümlü'de kıyması olmayan kıymalı pide yedik. Ben bazen kaşarlı tost isterken şöyle derim: "Bir kaşarlı tost alabilir miyim, içinde kaşar da olsun!"
Bizden sonra oraya bir Alman turist de geldi. Ben yanına gidip biraz konuştum. 10 gündür Likya Yolu'nda dolaşıyormuş; ismi Kristof'tu. Öğretmenmiş. Bize gelen pidelerden onun masasına biraz gönderdik. Zaman zaman yabancılara karşı böyle iyi davranmamızın altında bir kompleks yattığını düşünmüşümdür fakat bence bu, en azından bizim davranışımız bağlamında, "İnsanlıkla" ilgili bir şeydir. Almanya'da olsak, Fransa'da olsak, bir lokantada hiçbir Alman hiçbir Fransız kalkıp da jest olsun diye yan masada oturan bir Türk'e yiyecek bir şeyler ısmarlamaz. Fakat bunun hiçbir önemi yoktur; biz onlara iyi davranırız, bu bizim doğamızdır; onların bize nasıl davranacakları onların bileceği bir şey. Ayrıca o gün o masada gariban bir Sudanlı doğa yürüyüşçüsü de oturuyor olsaydı biz yine o masaya bir jest olarak yiyecek bir şeyler gönderecektik, yine "Do you mind if I take your picture?" diye soracaktık, yine içinde kıyma olmayan kıymalı-kaşarlı pideyi gönderecektik.


Karnımızı doyurduk. Grup oldukça neşeliydi. Tahsin hoca her zamanki gibi etkinliğe enerjik bir başlangıç yapmıştı. Sıklıkla "Abalarına" veyahut "Beyaz Eldivenli Çeteye" takılıyordu, hikayeler anlatıyordu. Cihan hanım yürüyüşe katılmamakta kararlıydı, çünkü ayakları Doğanözü yürüyüşünde morarmışlardı, bir teoriye göre komploya kurban gitmişlerdi; kendi deyişiyle "Ben Jübilemi yaptım, "diyordu. Pansiyondan ayrılıp minibüsle yola çıktık ve Üzümlü'den Kalkan yönüne doğru hareket ettik. Üzerinde "Akbel 2 km, Delikkemer 4 km" yazılı Likya Yolu levhası önünde aracımızı durdurduk. Amacımız Delik Kemer'e yürümekti. Patara antik şehrinin suları 20 km uzaktan şehre getirilmişler ve de bu yol üzerinde de Delik Kemer adlı anıtsal bir mühendislik çalışması bölümü vardır.
İlk günkü yürüyüş "çerez" olarak planlanmıştı. Taşlar üzerinde ilk işaretleri görünce heyecanlandık. 4-5 çeşit işaretleme vardı. Çarpı, girilmez anlamındaydı. Kırmız beyaz, doğru yoldu; kavisler varsa işaret de kavisliydi; 2 kırmızı nokta sanırım manzara seyretme yerlerini belirtiyordu. 4 kırmızı beyaz, kavşak anlamındaydı. Bir de mavi nokta vardı ama onu tam çözemedik; denize gider anlamında mıydı yoksa başka bir grup kendi işaretlemesini mi yapmıştı bilinmez. Müslüm hoca genellikle arkayı emniyete alma bağlamında arkadan geldi; ben zaman zaman ve hatta çoğu kez önde gitmenin keyfini ve özgürlüğünü yaşadım; bilmediğimiz bir kavşağa geldiğimizde Müslüm hocayı bekleyip hangi yöne gideceğimizi soruyorduk. Makilerin arasındaki taşlık patikalardan yüksek sesle konuşarak ilerliyorduk. Sıcak bir hava vardı. Benim bel ağrım biraz nüksetti; suları hızlı içip ağırlığımı azalttım. Delikkemer'e ulaştığımızda o zaman yapılan bu sisteme hayran kaldık.
Kayalar oyulmuşlardı ve birbirlerine geçirilmişlerdi; üzerlerinde, su hava alsın veyahut basıncı kontrol etsin diye ayrıca delikler de açılmıştı. Su, uzaklardan getiriliyor ve bir boruya dönüşmüş olan kayaların içinden etrafa taşmadan basınçla ilerliyordu. Çin Seddi'ni andıran bir yapı vardı orada. Düzgün taş işçilikleri bize Maya ya da Hitit uygarlıklarını anmısatıyordu. İlerledik ve yeni bir levhaya rastladık. Burada Patara 10 km yazıyordu. Patara'ya, Gelemiş ve Yeşilköy üzerinden güneybatıya doğru yol alarak minibüsle gittik; ilk gün alıştırma günü olduğundan uzun yürümeyi Müslüm hoca uygun bulmamıştı sanırım.


Patara da bir Likya kentidir. Likya birliğinde bazı kentlerin 3 tane oy hakkı vardı ve Patara bunlardan biridir. Gelemiş köyünden sonra 2 km kadar gidilince muhteşem bir Roma Zafer Takı görülür. Bu takın ismi Metius Modestus'tur. Patara, Apollon tanrının doğduğu yer olarak bilinir. Patara deniz kumsalı 18 km uzunluğundadır ve deniz kaplumbağalarının yumurtlama sahasıdır da. Onlar milyonlarca yıldır yumurtalarını buraya bırakmaktadırlar. Yazın bu kumsal akşam 20.00'da turistlere kapatılır; ışık dahi yakılması yasaklanır. Caretta carettalar Temmuz sonuna dek yumurtalarını buraya bırakırlar. Gündüzleri insanlara, geceleri de kaplumbağalara hizmet verilir, işler sıraya koyulmuştur.


Bu arada Tahsin hocam kasa oldu. Herkes sabit bir miktar para verdi; fonlar kasada birikti. Başlangıçta 200 verildi, sonra bittikçe kasadaki para telafi edildi. Pratikte kolaylık sağlayan bir sistemdi bu. Ama adalet bağlamında ne kadar etkindi bilinmez. Kola içenle şarap içenin dengesizliği türünden ayrıntılar ortaya çıkabilir, fakat bu grubun iyi yanı böyle şeylere önem vermemesiydi.


Aynı zamanda bir kehanet merkezi de olan Patara'nın çok tatlı bir kumu vardı; hava oldukça rüzgarlıydı; 1 Mayıs-1 Ekim arasında saat 20.00-8.00 arası kumsala giriş yasaktı burada. Çölü andıran bir görünümü vardır bu kumsalın. Ben nedense Çöl Tilkisi ünlü Erwin Rommel'i hatırladım burada. Hitler'in meşhur feld mareşali olan Rommel bir taktik dehasıdır. Rommel yerine Noel Baba'yı hatırlamam gerekirdi esasen, çünkü Saint Nicholaos yani Noel Baba Pataralıdır.
Kumsalda ben ve birkaç kişi hariç herkes ayakkabılarını çıkarıp kumsalda yürüdüler. "Tadımlık" şeyleri pek sevmiyorum; Ksantoslular gibi "Ya hep ya hiç!" düşüncesindeyim. Yani bütün gün kumsalda çıplak ayakla yürüyüşe evet, ama 20 dakikalığına hayır!.. Bazen canım baklava ister, evde 1 tane kalmıştır, ben kesinlikle yemem, ama 3 tane olsa yerdim! Neden derseniz, tadımlıkta tatmin olmaz; tadımlık aç bırakır, tadı damakta bırakır, oysa tadı midede bırakmak, doyuma ulaşmak daha güzeldir. Bu kumsala da ben her zamanki gibi MMI yazarak imzamı attım ve tam atarken de coşkun bir dalga gelip "I" harfini kollarından tutup zorla denize çekti!.. Bu civarlarda çok sayıda çiçekler vardı. Bir papatya tarlası bulduk; bu tarlanın anılarını sonsuza taşıma isteğiyle fotoğraf makinelerine sarıldık, ama hiçbir şeyi sonsuza dek taşıyamayacağımızı da bildiğimizden derinliklerimizdeki burukluğu da hissettik.


Akşam olmadan Öz Pansiyona döndük. Duşlar alındı; yemekten önce 1 saatimiz vardı; yarım saat çamaşır yıkasam sıcak duşa yarım saat kalıyordu ki artık mecburen bu "tadımlık duşa" razı oldum. Fırsat buldukça gezi boyunca günde 2 kez duş aldım ben. Sıcak suyun çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur derler ki çok da abartı değildir bu. Giyinip dışarı çıktık; Kalkan'da dolaştık; burada 840 tane İngiliz aile yaşıyormuş; sıklıkla yabancılara rastladık; o, pek de samimi olmayan yabancı yüzleri çokça gördük; Doy Doy pasta kebapçısından aşağıya süzülüp Aubergine (Patlıcan) restorana oturduk. Sanırım Cihan hanım burayı önceden saptamıştı. Hava serinceydi; rakılar, mezeler, şaraplar geldi. Levrek balık ısmarlamıştık; yemekler güzeldi, tadımlık değil doymalıktı, damaklık değil, tatminlikti. Yaşam da tadımlıktır, o yüzden hayatın tadı sadece damakta kalır, gerçek tatmin vermez. Hayattan herkes buruk ayrılır. Gerçek tatmin ölümsüzlükte yatar. Bizim, Tanrı'ya itirazımız budur!.. Tanrı bu sorunu çözmezse biz çözeceğiz, çünkü "tadımlık" istemiyoruz!.. Emanet yaşam istemiyoruz, bu dünyada kiracı olmak istemiyoruz, cenneti istemiyoruz!.. Tanrı bize akıl verdi ve bence pek de iyi yapmadı; çünkü düşünüyoruz, çünkü ideali ve kalıcı olanı arıyoruz; Tanrı'yı da arayacağız, neredeyse oraya gidip kapısını çalacağız; peşini bırakmayacağız, gerçek mi sanal mı ortaya çıkaracağız. Dinin saçmalığını anladık, ama Tanrı da saçma mı değil mi göreceğiz. Korkumuz yok; yol açık, ilerleyeceğiz. Biz Tanrı'yı dost ve arkadaş olarak görürüz. Biz kimiz? Bilmem... biz kimiz ve neyiz, onun da cevabını bulacağız!..


Tahsin hocam burada Mavi Kuş efsanesini anlattı; bu kuş mavi çiçeklerden 1 yuva yaparmış, özenerek yaparmış, ama dişi kuş buna burun kıvırır, beğenmezmiş. Olayı tam duyamadığım için aklımda böyle bir şey kaldı. Herhalde burada dişi kuşa sitem edip mavi kuşa sempati duymamız, onun acılarına, ıstıraplarına üzülmemiz gerekiyor!.. Olayı tamamen de yanlış anlamış olabilirim, çünkü ben o sıralar halen Çöl Tilkisi Rommel'in dahi taktiklerini düşünüyordum, yaman bir adamdı.
Yemek boyunca kedi ve köpekler etrafımızı sardılar. Cihan hanım bu hayvanlardan çok korkuyor, haksız da sayılmaz, çünkü aniden insana dokunuyorlar ve insanı irkiltiyorlar. Yemekte yine Cihan hanımın şarkılarını dinledik; öteki müşteriler de dinlediler. Spontane gelişen, doğaçlama olan şeyler güzeldir; birinden bir şarkı istersiniz güzel olmaz, ama o birden, içinden geldiği gibi okumaya başlar, işte bu hoştur, çünkü doğaldır. Bir ara ekipten biri yerinden kalktı, onun yerine bir kedi oturdu!.. Ülkü'nün sürprizi gecenin ilerleyen vakitlerinde geldi; bu bir şampanyaydı. Garson şampanyayı sallamadan, sakince açtı, o yüzden bir sönüklük oldu ama garson da, "Şampanyayı patlatırsam yarısı gider, herkese yetmez," şeklinde bir açıklama yaptı; belki de yerler kirlenmesin diye düşündü. Ben şampanya sevmediğimden sadece Kırmızı Yakut Şarap içtim; 3 kadehle yetindim; akşam yine sıcak su keyfi yapmak istersem boğulmayayım dedim!.. Yemek sonrasında Kalkan limanı dolaşıldı; yatlar gezildi; Jale ve Müslüm hoca bir yata bindiler. Hotel Pırat, Hamam Pırat gibi zincir binaların önünden pansiyona geri döndük. Pırat da herhalde Pirate (Korsan) anlamındaydı. Yahya hocam meşhur sloganını tekrarlıyordu ve eşinin de burada bulunmasından dolayı kendisini şanslı sayıyordu. Slogan şöyleydi: "İyi ki geldik, iyi ki geldiniz!" Bu sloganı Yahyaca söylemem gerekirse: "Yaw, iyi ki gelmişiz yaw!" Yahyaca dilinde kelimelerin başına ya da sonuna "yaw" eklenir. Mesela arkadaşlar denmez, "Yaw arkadaşlar," denir.


Bu bölümü, Müslüm hocanın meşhur malzeme listesinden bahsederek sonlandıracağım. Bu liste 84 maddelik uzun bir listedir; en kötü olasılıklar düşünülerek hazırlanmış bir liste, sadece gök taşı düşmesine karşı bir önlem yok, o durumda da şehadet getirmek yeterli olur sanırım; ama ben onu da bilmediğimden bu sorun benim için ortadan tümden kalkıyor!.. Aslında benim şehadetim şöyle: "Bilimden başka kurtarıcı yoktur ve Bilim bizim evrendeki yegane umudumuzdur!.." Kene kovucu spreylerden, sudan etkilenmeyen kibrite kadar kapsamlı ve yararlı bir liste. Everest'e çıkarken bu liste yeterli olacaktır sanırım!.. Müslüm hoca bu listeyi bize vermekle doğru olanı yaptı; çünkü her ihtimali düşünmek gerek. Böylece 3 Nisan'ın genel bir özetini yazmış oldum.


Yazımı bir müzikle bitireyim: Musa Eroğlu, Mihriban:



Ayrılıktan zor belleme ölümü...

Mehmet Murat ildan