Monday, April 12, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -2


Likya Yolu Yürüyüşü ile ilgili genel bilgileri öteki yazımda vermiştim. Şimdi, yeni garaj yapımından zaman bularak olayları ve yaşadıklarımızı biraz daha detaylı anlatmak arzusundayım. 2010 yılının 2 Nisan Cuma günü Ben, Jale, Şule, bir ODTÜ'lü olduğunu bu gezide öğrendiğim Asuman ve şairimiz Nazım hoca saat 22.00'da AŞTİ'den kalkacak Kamil Koç otobüsüne bindik. Ülkü, sanırım dönüş biletindeki 22.30 saatini gidiş bileti saati sandığı için gecikti; Jale'nin (ya da Yahya hocanın deyişiyle Cale'nin) telefonuyla apar topar AŞTİ'ye doğru yol aldı. Biraz panikle ve bir arkadaşının yardımıyla otobüse yetişti. 22.15'te yola çıktık. Tahsin hoca ve eşi Cihan hanım Pamukkale otobüsüyle bizden yarım saat önce hareket etmişlerdi; Cihan hanım önde oturmayınca araba tutması yaşıyor sanırım ve bu nedenle onlar ayrı geldiler; Yahya hocam ve eşi Pervin hanım ve de teknik direktör Müslüm hoca, onlar da önceden Demre'ye gitmişlerdi.


Yolda 10 dakika yolcu indirme molası verildi. Bu molayı Nazım hoca 30 dakikalık ana yemek molası sandı; otobüs kalkmak üzereydi, Nazım hocayı aradım; koltukların arasında sakince gazetelerini okurken buldum onu; bir tek elinde nargilesi ve ayağını içine soktuğu sıcak su leğeni yoktu!.. Otobüs muavini "Gelmeyen bir kişi var" diyince şoför de bize dönüp "Herhalde o da sizden biri!" diyerek geçmişe bir göndermede bulundu, kara listeye alındığımız imasını yaptı!.. Aslında Nazım hocam biraz haklıydı çünkü kısa mola anonsu yapılırken tek bir kelime dahi anlamamıştık, ne molası olduğunu bile duyamamıştık. İstanbul Valisinden de daha hızlı konuşuyordu bu şoför!.. Bu tip konuşmaları anlamak için kriptolog olmak, yani şifre çözücü olmak gerekir.


Yol boyunca bütün gece yağmur yağdı; otobüs çok yavaş gitti ya da benim deyimimle "çok uyuz gitti!" Ankara-Polatlı- Sivrihisar yaptık, Afyonkarahisar'a gelmeden Antalya yoluna saptık ve Muğla üzerinden Fethiye'ye vardık. Fethiye pek sevimli bir yer değil; tren gibi upuzun. Otobüs koltuklarının önlerinde videolar vardı ve insanı rahatsız ediyorlardı, uyumayı zorlaştırıyorlardı. Ben 4 koltuk önümdeki kişinin ne seyrettiğini görebiliyordum. Sabahın üçünde bile Türk filmi seyredenler oldu. Sağ koltuktaki Nazım hoca kendi kendine epeyce bir şiir okudu ve klasik müzik dinledi!..

3 Nisan sabahı Fethiye'de bizi Ernur bey karşıladı. Ahmet beyin efendiliğine alışkın olduğumuz için Ernur bey bize oldukça farklı geldi. Biz, Ömer Sarıtaş'ın bizi karşılamaya geleceğini sanıyorduk; otogarda da ona çok benzeyen birini gördük ve hatta Şule onu Ömer bey sanıp merhaba demişti. Üzerinde KTT yani Kalkan Tourism Transportation yazan bir minübüse bindik. Cem Karaca'nın, "Bindik bi Alamete gidiyoz kıyamete," şarkısını hatırladım ben!.. Kıyamete değil ama Kahvaltıya gittik. Ernur bey başka bir yerde kahvaltı bulamazsınız diyerekten bizi biraz kandırarak KTT'nin yerine götürdü. Sucuklu yumurtalı domatesli omlet yapıldı. Pek de güzel değildi, yağı tereyağından farklı bir şeydi, umarım makine yağı değildi. Ama aç olduğumuzdan ben yine de afiyetle yedim!.. Açlık her şeyi güzelleştiriyor. Aç adamın gözünde küflü ekmek de tazedir!..


Yeniden yola koyulduk. Yüksek dağların önlerinden ilerledik. Akdeniz Toros dağları zincir halkasından bölümlerdi gördüğümüz bu dağlar. Rodos adasından başlayıp Suriye'ye kadar kıyıya paralel uzanan 2000 kilometrelik abartı bir zincirdir Toroslar. Yahya hocalarla Kalkan'da buluşacaktık; onların gelişleri gecikeceği için biz yolumuz üzerindeki Saklıkent'i görmeye karar verdik. Kemer isimli bir levha gördük ama bu Kemer Antalya'daki Kemer değildi elbette. Kemer üzerinden bu saklı cennete vardık. Herkeste bir fotoğraf çekme heyecanı başladı. Japonlar gibi gerçekliği unutup sanal resim çekme işlerine daldık; sanal olan gerçeğin önüne geçti. Sanki fotoğraf çekemeseydik oraları görmemiş sayacaktık kendimizi!..


Saklıkent bir Milli Park'tır. Akdağ'ın eteklerinde, Eşen çayının kolu üzerinde yer alır. Parkın içinde harika, daracık koridorlu bir kanyon gördük. Bu kanyonda yürümek istedik ama Müslüm hocaları bekletmemeye karar verdik. Kanyonun duvarlarına demirler çakılmış, tahta köprüler inşa edilmiş. Köşk denen dinlenme ve yemek yerleri de vardı; tabandan sular kaynıyordu; gayet de güzel kahvaltı yapacak yerler vardı!.. Kanyonun uzunluğu 18 km'dir ve buraya bütün bir günü harcamak gerekir. Yolumuza devam ettik.


Bir sonraki durağımız Fethiye'ye 55 km uzaklıkta bulunan Xanthos'tu yani Kınık'tı. Ksantos Antik Kenti'nde bizi Ömer Sarıca karşıladı. Efendi biriydi. Kınık harabelerinde görevli bir memur ve Yahya hocanın dostlarından biri, ya da en azından ben böyle biliyorum. Bize çok güzel bilgiler aktardı. Elbette her şeyi akılda tutamadık. Xanthos, Likya bölgesinin en önemli dini ve idari yeridir, tam başkent omasa da başkent gibidir. Tarihi M.Ö. 8. yüzyıla dek uzanır. Bir ara burayı Persler işgal etmişler ve buranın onurlu halkı müthiş bir direniş göstermiştir; bu direniş bütün Likya bölgesine örnek olmuştur. M.Ö. 168 yılında Likya Birliği kurulduğunda burası lider kent olmuştur. Bazı olaylar sonraki nesillere ilham kaynağı olurlar ve geleceği aydınlatırlar. Gelecek, geçmişe bakarak yaratılır; mazi, bir referans noktasıdır.


Ömer bey tiyatroları anlatırken ilginç bir bilgi vermişti. Mesela tiyatro 7000 kişilik ise kentin nüfusunun da yaklaşık 14 000 olduğu bilgisine ulaşılabilmektedir. Likya başkentinin halkı da enteresandı. Ülkeleri işgal edildiğinde bu halk intihar edermiş. Mesela Persler geldiklerinde kadın ve çocukları kölelerle birlikte evlerine kapatıp ateşe vermişler, erkekler de düşmana ölümüne saldırıp sonuda onlar da intihar etmişler. Üstat Heredot, Likyalıların Pers komutanı Harpagos'a karşı savaşlarını böyle anlatır. Tarihin ilerleyen sayfalarında Romalılar kente saldırdıklarında bu halk yine aynı şekilde davranmıştır. Roma ordusu Brutus'la Xanthos'a girdiğinde sadece 16 kişiyi canlı yakalamayı başarmıştır. Tarihin en onurlu halklarından biriydi onlar. 2 kez toplu intihar etmeleri, karşı tarafa katılmaktansa ölmeyi tercih etmeleri elbette korkunç bir trajik olaydır da. Ben şahsen "yaşayıp çözüm üretme" yanlılarındanım, yani intihara kesinlikle karşıyım; yaşadıkça her sorun çözülebilir, her şey yalnızca yaşadıkça çözülebilir; varoluş, onurdan, şereften önce gelir; önce baton, sonra varoluş ve sonra onur!..


Peki bu harabeleri kim buldu dersek, biz bulmadık derim! 1838 yılında Charles Fellows isimli bir araştırmacı bulmuş Xanthos'u. Buranın UNESCO Dünya Mirasları listesinde olduğunu bilmek ayrıca hoşuma gitmişti. Özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına bu denli düşkün Xanthosluları saygıyla selamlamak düşer bize. Bay Fellows, buradan pek çok şeyi British Museum'a götürmüştür ve bunlar mutlaka geri alınmalıdır; hırsızlık, düşük bir ahlakın göstergesidir. Fakat olayı yeterince bilmeden de Fellows'u suçlayamam; belki de eserlerin burada tahrip olacağını düşündüğü için son derece iyi niyetle yapmış olabilir bunu; çünkü tarihi seven bazı Batılı bilim adamları kötü niyet taşımadan da bu eserlerin korunmasını arzulayabilmektedirler. Gerçeği, iki tarafı da dinledikten sonra, o dönemim koşullarını bildikten sonra bulabiliriz ancak. 1950 yılından beri de burada Fransızlar kazı yapmaktalarmış; bizimkiler ne yapıyor dersek, herhalde bir yerlerde armut topluyorlardır!.. British Museum'da Likya Eserleri bölümündeki eserlerin hepsinin iade edilmesi gerekiyor. Bunu biz hiç söylemeden, İngilizlerin kendileri, vicdan ve etik değerler bağlamında onları geri vermeleri gerekiyor. O eserlerin Londra'da olmaları hiçbir şey ifade etmez; onlar buraya, Likya'ya aitler!.. Kim nereye aitse orada olmalıdır. Şeytanın bu dünyada yeri yok, o, cehenneme ait!.. Tanrı'nın bu meseleyi çözmesi lazım; bu, bizim değil Tanrı'nın sorunu; eserlerin iadesi ahlaken öncelikle İngilizlerin, kendi ahlak ve vicdanlarının sorunudur!..


Ömer bey daha pek çok şey anlattı. Harpi anıtından bahsetti. Harpialar Yunan mitolojisinde fırtınaların ve ölümün sembolüdürler; kadın başlı, akbaba bedenlidirler; bunlar ölülerin ruhlarını gökyüzüne taşırlar yani bir çeşit metafizik cenaze arabasıdırlar!.. Örenyeri rehberi, tiyatronun zeminindeki aslan odalarından bahsetti; tiyatro aynı zamanda arena alanı olarak da kullanılıyormuş. Tiyatro'da ayaklar öteki oturaklara taşmasın, önde oturanları rahatsız etmesin diye bir çizgi de vardı; insanlar bu çizgiyi geçmezlermiş; çizgiyi geçip de öndekini alttan dürten magandalar o zaman da vardı elbette, kesinlikle varlardı eminim, çünkü magandalar zamanın ve mekanın her noktasına sinmişlerdir!.. Ksantos "sarı" demekmiş. Ksantos beyi de Likya'nın ilk kralıdır. Ksantos'la ilgili ilgi çekici bir literatür var ve ilgilenenler bu konuda ayrıntılı bir okuma yapabilirler. Bu arada bu örenyerinde bize beyaz, güzel bir kedi eşlik etti. Daha sonraki yürüyüşlerimize eşlik edecek başka hayvanların bir öncüsü gibiydi. Nuh'un Gemisi misali her türden bir örnek alıp yolumuza devam edebilirdik!..


Yeniden gezimize dönecek olursak, şu anda aklıma Şule'nin okuduğu bir şiir geldi. Şiir, Halim Yağcıoğlu'na ait. Bu şiir neden okunmuştu şimdi hatırlamıyorum; belki bir Sardunya çiçeği görüldükten sonra okunmuştu; o kadar şey konuştuk ki bunlar siliniyor; daha doğrusu ses dalgalarımız evrene dağılıyorlar; elimize bir sepet alıp bu dalgaları yeniden toplayabilseydik güzel olurdu:


"Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada,
Kırıldıkça kırıldıkça yeşeren,
Öylesine al al veren
Bir sardunya


Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Bir avuç toprağım olsun ama benim olsun
İster bir saksıda olsun ister bir dağda olsun
yeter ki gönlüm rahat olsun."


Bizim bu yürüyüşümüzde bir avuç toprağımız olmadı hiç. Hep bir avuç çakıl, bir kürek taş, bir kamyon dolusu kayamız vardı; her yer taştı, kayaydı!.. Ksantos'tan ayrıldık ve Kalkan'a gittik. Burada öğle vakti Öz Pansiyon isimli bir yere yerleştik, bir süre sonra Yahya hocalar da bize katıldılar ve ekip tamamlanmış oldu. Oraya bakan resepsiyonistin (ya da resepsiyoncunun) ismi Bayram'dı; güler yüzlü biriydi. Öz Pansiyon'un terası çok güzeldi; harika bir Kalkan manzarası vardı; harika derken, betonlaşmış Kalkan'ı bir an için unutarak bakmayı kastediyorum. Kalkan'ın etrafı yüksek dağlarla çevriliydi. Pansiyondaki 1 müşteri hariç hepsi tanıdıktı, yani bizden başka sadece bir kişi kalıyordu, sezon henüz açılmamıştı!.. Evliler çift odalara, tekler tek odalara dağıtıldı. Müslüm hoca haritalarda son teknik kontrolleri yaptı; maden suları içildi; yemek yemek üzere Üzümlü Köyü (Margaz) denen yere gittik ve Yahya hocanın orada daha önceden bildiği kahveye oturduk. Burası Kalkan'a arabayla oldukça yakındır. Eski ismi Margaz'dır. Margaz ise ünlü bir üzümdür. Üzümlü'de kıyması olmayan kıymalı pide yedik. Ben bazen kaşarlı tost isterken şöyle derim: "Bir kaşarlı tost alabilir miyim, içinde kaşar da olsun!"
Bizden sonra oraya bir Alman turist de geldi. Ben yanına gidip biraz konuştum. 10 gündür Likya Yolu'nda dolaşıyormuş; ismi Kristof'tu. Öğretmenmiş. Bize gelen pidelerden onun masasına biraz gönderdik. Zaman zaman yabancılara karşı böyle iyi davranmamızın altında bir kompleks yattığını düşünmüşümdür fakat bence bu, en azından bizim davranışımız bağlamında, "İnsanlıkla" ilgili bir şeydir. Almanya'da olsak, Fransa'da olsak, bir lokantada hiçbir Alman hiçbir Fransız kalkıp da jest olsun diye yan masada oturan bir Türk'e yiyecek bir şeyler ısmarlamaz. Fakat bunun hiçbir önemi yoktur; biz onlara iyi davranırız, bu bizim doğamızdır; onların bize nasıl davranacakları onların bileceği bir şey. Ayrıca o gün o masada gariban bir Sudanlı doğa yürüyüşçüsü de oturuyor olsaydı biz yine o masaya bir jest olarak yiyecek bir şeyler gönderecektik, yine "Do you mind if I take your picture?" diye soracaktık, yine içinde kıyma olmayan kıymalı-kaşarlı pideyi gönderecektik.


Karnımızı doyurduk. Grup oldukça neşeliydi. Tahsin hoca her zamanki gibi etkinliğe enerjik bir başlangıç yapmıştı. Sıklıkla "Abalarına" veyahut "Beyaz Eldivenli Çeteye" takılıyordu, hikayeler anlatıyordu. Cihan hanım yürüyüşe katılmamakta kararlıydı, çünkü ayakları Doğanözü yürüyüşünde morarmışlardı, bir teoriye göre komploya kurban gitmişlerdi; kendi deyişiyle "Ben Jübilemi yaptım, "diyordu. Pansiyondan ayrılıp minibüsle yola çıktık ve Üzümlü'den Kalkan yönüne doğru hareket ettik. Üzerinde "Akbel 2 km, Delikkemer 4 km" yazılı Likya Yolu levhası önünde aracımızı durdurduk. Amacımız Delik Kemer'e yürümekti. Patara antik şehrinin suları 20 km uzaktan şehre getirilmişler ve de bu yol üzerinde de Delik Kemer adlı anıtsal bir mühendislik çalışması bölümü vardır.
İlk günkü yürüyüş "çerez" olarak planlanmıştı. Taşlar üzerinde ilk işaretleri görünce heyecanlandık. 4-5 çeşit işaretleme vardı. Çarpı, girilmez anlamındaydı. Kırmız beyaz, doğru yoldu; kavisler varsa işaret de kavisliydi; 2 kırmızı nokta sanırım manzara seyretme yerlerini belirtiyordu. 4 kırmızı beyaz, kavşak anlamındaydı. Bir de mavi nokta vardı ama onu tam çözemedik; denize gider anlamında mıydı yoksa başka bir grup kendi işaretlemesini mi yapmıştı bilinmez. Müslüm hoca genellikle arkayı emniyete alma bağlamında arkadan geldi; ben zaman zaman ve hatta çoğu kez önde gitmenin keyfini ve özgürlüğünü yaşadım; bilmediğimiz bir kavşağa geldiğimizde Müslüm hocayı bekleyip hangi yöne gideceğimizi soruyorduk. Makilerin arasındaki taşlık patikalardan yüksek sesle konuşarak ilerliyorduk. Sıcak bir hava vardı. Benim bel ağrım biraz nüksetti; suları hızlı içip ağırlığımı azalttım. Delikkemer'e ulaştığımızda o zaman yapılan bu sisteme hayran kaldık.
Kayalar oyulmuşlardı ve birbirlerine geçirilmişlerdi; üzerlerinde, su hava alsın veyahut basıncı kontrol etsin diye ayrıca delikler de açılmıştı. Su, uzaklardan getiriliyor ve bir boruya dönüşmüş olan kayaların içinden etrafa taşmadan basınçla ilerliyordu. Çin Seddi'ni andıran bir yapı vardı orada. Düzgün taş işçilikleri bize Maya ya da Hitit uygarlıklarını anmısatıyordu. İlerledik ve yeni bir levhaya rastladık. Burada Patara 10 km yazıyordu. Patara'ya, Gelemiş ve Yeşilköy üzerinden güneybatıya doğru yol alarak minibüsle gittik; ilk gün alıştırma günü olduğundan uzun yürümeyi Müslüm hoca uygun bulmamıştı sanırım.


Patara da bir Likya kentidir. Likya birliğinde bazı kentlerin 3 tane oy hakkı vardı ve Patara bunlardan biridir. Gelemiş köyünden sonra 2 km kadar gidilince muhteşem bir Roma Zafer Takı görülür. Bu takın ismi Metius Modestus'tur. Patara, Apollon tanrının doğduğu yer olarak bilinir. Patara deniz kumsalı 18 km uzunluğundadır ve deniz kaplumbağalarının yumurtlama sahasıdır da. Onlar milyonlarca yıldır yumurtalarını buraya bırakmaktadırlar. Yazın bu kumsal akşam 20.00'da turistlere kapatılır; ışık dahi yakılması yasaklanır. Caretta carettalar Temmuz sonuna dek yumurtalarını buraya bırakırlar. Gündüzleri insanlara, geceleri de kaplumbağalara hizmet verilir, işler sıraya koyulmuştur.


Bu arada Tahsin hocam kasa oldu. Herkes sabit bir miktar para verdi; fonlar kasada birikti. Başlangıçta 200 verildi, sonra bittikçe kasadaki para telafi edildi. Pratikte kolaylık sağlayan bir sistemdi bu. Ama adalet bağlamında ne kadar etkindi bilinmez. Kola içenle şarap içenin dengesizliği türünden ayrıntılar ortaya çıkabilir, fakat bu grubun iyi yanı böyle şeylere önem vermemesiydi.


Aynı zamanda bir kehanet merkezi de olan Patara'nın çok tatlı bir kumu vardı; hava oldukça rüzgarlıydı; 1 Mayıs-1 Ekim arasında saat 20.00-8.00 arası kumsala giriş yasaktı burada. Çölü andıran bir görünümü vardır bu kumsalın. Ben nedense Çöl Tilkisi ünlü Erwin Rommel'i hatırladım burada. Hitler'in meşhur feld mareşali olan Rommel bir taktik dehasıdır. Rommel yerine Noel Baba'yı hatırlamam gerekirdi esasen, çünkü Saint Nicholaos yani Noel Baba Pataralıdır.
Kumsalda ben ve birkaç kişi hariç herkes ayakkabılarını çıkarıp kumsalda yürüdüler. "Tadımlık" şeyleri pek sevmiyorum; Ksantoslular gibi "Ya hep ya hiç!" düşüncesindeyim. Yani bütün gün kumsalda çıplak ayakla yürüyüşe evet, ama 20 dakikalığına hayır!.. Bazen canım baklava ister, evde 1 tane kalmıştır, ben kesinlikle yemem, ama 3 tane olsa yerdim! Neden derseniz, tadımlıkta tatmin olmaz; tadımlık aç bırakır, tadı damakta bırakır, oysa tadı midede bırakmak, doyuma ulaşmak daha güzeldir. Bu kumsala da ben her zamanki gibi MMI yazarak imzamı attım ve tam atarken de coşkun bir dalga gelip "I" harfini kollarından tutup zorla denize çekti!.. Bu civarlarda çok sayıda çiçekler vardı. Bir papatya tarlası bulduk; bu tarlanın anılarını sonsuza taşıma isteğiyle fotoğraf makinelerine sarıldık, ama hiçbir şeyi sonsuza dek taşıyamayacağımızı da bildiğimizden derinliklerimizdeki burukluğu da hissettik.


Akşam olmadan Öz Pansiyona döndük. Duşlar alındı; yemekten önce 1 saatimiz vardı; yarım saat çamaşır yıkasam sıcak duşa yarım saat kalıyordu ki artık mecburen bu "tadımlık duşa" razı oldum. Fırsat buldukça gezi boyunca günde 2 kez duş aldım ben. Sıcak suyun çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur derler ki çok da abartı değildir bu. Giyinip dışarı çıktık; Kalkan'da dolaştık; burada 840 tane İngiliz aile yaşıyormuş; sıklıkla yabancılara rastladık; o, pek de samimi olmayan yabancı yüzleri çokça gördük; Doy Doy pasta kebapçısından aşağıya süzülüp Aubergine (Patlıcan) restorana oturduk. Sanırım Cihan hanım burayı önceden saptamıştı. Hava serinceydi; rakılar, mezeler, şaraplar geldi. Levrek balık ısmarlamıştık; yemekler güzeldi, tadımlık değil doymalıktı, damaklık değil, tatminlikti. Yaşam da tadımlıktır, o yüzden hayatın tadı sadece damakta kalır, gerçek tatmin vermez. Hayattan herkes buruk ayrılır. Gerçek tatmin ölümsüzlükte yatar. Bizim, Tanrı'ya itirazımız budur!.. Tanrı bu sorunu çözmezse biz çözeceğiz, çünkü "tadımlık" istemiyoruz!.. Emanet yaşam istemiyoruz, bu dünyada kiracı olmak istemiyoruz, cenneti istemiyoruz!.. Tanrı bize akıl verdi ve bence pek de iyi yapmadı; çünkü düşünüyoruz, çünkü ideali ve kalıcı olanı arıyoruz; Tanrı'yı da arayacağız, neredeyse oraya gidip kapısını çalacağız; peşini bırakmayacağız, gerçek mi sanal mı ortaya çıkaracağız. Dinin saçmalığını anladık, ama Tanrı da saçma mı değil mi göreceğiz. Korkumuz yok; yol açık, ilerleyeceğiz. Biz Tanrı'yı dost ve arkadaş olarak görürüz. Biz kimiz? Bilmem... biz kimiz ve neyiz, onun da cevabını bulacağız!..


Tahsin hocam burada Mavi Kuş efsanesini anlattı; bu kuş mavi çiçeklerden 1 yuva yaparmış, özenerek yaparmış, ama dişi kuş buna burun kıvırır, beğenmezmiş. Olayı tam duyamadığım için aklımda böyle bir şey kaldı. Herhalde burada dişi kuşa sitem edip mavi kuşa sempati duymamız, onun acılarına, ıstıraplarına üzülmemiz gerekiyor!.. Olayı tamamen de yanlış anlamış olabilirim, çünkü ben o sıralar halen Çöl Tilkisi Rommel'in dahi taktiklerini düşünüyordum, yaman bir adamdı.
Yemek boyunca kedi ve köpekler etrafımızı sardılar. Cihan hanım bu hayvanlardan çok korkuyor, haksız da sayılmaz, çünkü aniden insana dokunuyorlar ve insanı irkiltiyorlar. Yemekte yine Cihan hanımın şarkılarını dinledik; öteki müşteriler de dinlediler. Spontane gelişen, doğaçlama olan şeyler güzeldir; birinden bir şarkı istersiniz güzel olmaz, ama o birden, içinden geldiği gibi okumaya başlar, işte bu hoştur, çünkü doğaldır. Bir ara ekipten biri yerinden kalktı, onun yerine bir kedi oturdu!.. Ülkü'nün sürprizi gecenin ilerleyen vakitlerinde geldi; bu bir şampanyaydı. Garson şampanyayı sallamadan, sakince açtı, o yüzden bir sönüklük oldu ama garson da, "Şampanyayı patlatırsam yarısı gider, herkese yetmez," şeklinde bir açıklama yaptı; belki de yerler kirlenmesin diye düşündü. Ben şampanya sevmediğimden sadece Kırmızı Yakut Şarap içtim; 3 kadehle yetindim; akşam yine sıcak su keyfi yapmak istersem boğulmayayım dedim!.. Yemek sonrasında Kalkan limanı dolaşıldı; yatlar gezildi; Jale ve Müslüm hoca bir yata bindiler. Hotel Pırat, Hamam Pırat gibi zincir binaların önünden pansiyona geri döndük. Pırat da herhalde Pirate (Korsan) anlamındaydı. Yahya hocam meşhur sloganını tekrarlıyordu ve eşinin de burada bulunmasından dolayı kendisini şanslı sayıyordu. Slogan şöyleydi: "İyi ki geldik, iyi ki geldiniz!" Bu sloganı Yahyaca söylemem gerekirse: "Yaw, iyi ki gelmişiz yaw!" Yahyaca dilinde kelimelerin başına ya da sonuna "yaw" eklenir. Mesela arkadaşlar denmez, "Yaw arkadaşlar," denir.


Bu bölümü, Müslüm hocanın meşhur malzeme listesinden bahsederek sonlandıracağım. Bu liste 84 maddelik uzun bir listedir; en kötü olasılıklar düşünülerek hazırlanmış bir liste, sadece gök taşı düşmesine karşı bir önlem yok, o durumda da şehadet getirmek yeterli olur sanırım; ama ben onu da bilmediğimden bu sorun benim için ortadan tümden kalkıyor!.. Aslında benim şehadetim şöyle: "Bilimden başka kurtarıcı yoktur ve Bilim bizim evrendeki yegane umudumuzdur!.." Kene kovucu spreylerden, sudan etkilenmeyen kibrite kadar kapsamlı ve yararlı bir liste. Everest'e çıkarken bu liste yeterli olacaktır sanırım!.. Müslüm hoca bu listeyi bize vermekle doğru olanı yaptı; çünkü her ihtimali düşünmek gerek. Böylece 3 Nisan'ın genel bir özetini yazmış oldum.


Yazımı bir müzikle bitireyim: Musa Eroğlu, Mihriban:



Ayrılıktan zor belleme ölümü...

Mehmet Murat ildan






No comments:

Post a Comment