Bu yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 3. günü olan 5 Nisan Pazartesi günkü kısmı anlatacağım. Pazartesi sabahı erkenden Öz Pansiyon'dan ayrıldık ve Tarlalı'ya ya da Tarlabaşına doğru hareket ettik. Bir gün önce nerede bıraktıysak genellikle ertesi gün oralardan başlıyorduk. Pansiyon değiştirmeler biraz zor oluyordu ama göçebe hayata alışmaya başlamıştık. İşin başında Müslüm hoca çadırlı yürüyüşten yanaydı, doğacıya çadır yakışır diyordu, ama Yahya hocam "Yaw şu çadır işkencesini yaşamayalım, paşa paşa otelde kalıp duşumuzu alalım," diyordu ve ikinci opsiyonda karar kılındı.
Bugünkü ilk hedefimiz Antalya ilinin Kaş ilçesine bağlı olan Gökçeören'e gitmekti. Burası Kaş'a 16 km kadar uzaklıktadır. Mükemmel deniz manzaraları eşliğinde yürüyüşümüz devam etmekteydi. Zaman zaman denizden uzaklaşıyorduk. Etkinlik boyunca bazı parkurlarda asfalt yollara çıktık ve bu yollar dizleri çok yoruyordu. Ayrıca asfalta çıkınca yolda bize eşlik eden süseğenler gibi hoş bitkilerden de uzaklaşıyorduk; ayaklarımız altında ezilen yabani kekik kokuları da kalmıyordu.
Yol boyunca ağaçların arasında mezarlar görüyorduk; bunlara dikkat edilmezse yanlarından geçilip gidiliyordu. Eskiden Romalıların mezarlarının üzerinde "Siste viator" yazardı. Bunun anlamı "Dur yolcu" demekti; dur ve orada yatana bak, onu düşün anlamında bir şeydi bu. Bu tarz yazılara dair bir literatür bile vardır ve bazen çok güzel sözler mezar taşlarının üzerinde yer alırlar. Bunlardan hatırladıklarımdan birkaçını buraya aktarayım. Tu Fui Ego Eris (Ben sendim, sen, ben olacaksın!); Mors Vincit Omnia (Ölüm her zaman kazanır.)
Hava oldukça sıcaktı; Bioderma 50+ güneş kremimi sürmüştüm; 3 litre su yetmeyecek gibi terliyorduk. Likya Yolu boyunca pek çok kez öbek öbek çiçek tarlalarına rastladık. Derin su sarnıçları gördük; birkaç evlik köycüklerden geçerken horoz ötüşlerini dinledik, gübre kokularına bulandık. Yürüdük, hep yürüdük ve tepelerin aşağısındaki Gökçeören'i gördük; yemyeşil bir düzlükte yer alır bu köy. Burası bir yayladır ve eski adı Seyret'tir. Yürürken Nazım hocanın telefonları sık sık çalıyordu; kendisi avukat olduğu için müvekkilleri onu her yerde telefonla buluyorlardı. Davalar uzaktan hallediliyor, para transferleri yapılıyor, boşanacaklar boşatılıyordu!.. Nazım hoca bazen eski eşinden övgüyle söz ediyordu; övgü değil de tam tersi de olabilir!..
Bu civarda rastladığımız levhalardan birinde "Sarıbelen 13 km, Hacıoğlan Deresi 8 km" yazıyordu. Gökçeören Köyünün düzlüğüne varmak üzereyken bir adam yanımıza gelerek bizi karşıladı. İsmi Hüseyin Yılmaz'dı. Bizi uzaktan görmüş, motoruna atlayıp gelmişti ve "işi hemen bitirmek" istiyordu. Ne işi derseniz, "Gözleme işi," derim. Kaç kişisiniz diye sordu, "Tamam, ben hemen gidip gözlemeleri yaptırıyorum," diyerek olayı oldu bittiye getirmeye çalışıyordu. "Olduya" getirdi ama "Bittiye" getiremedi. Kahvehaneye gelince karar vereceğiz dedik. Bir süre sonra caminin yakınlarındaki kahveye gittik. Bu arada, umarım Hüseyin bey benim blogları okumaz!..
Bahsettiğim kahvede biraz deli bir adam da vardı. Adamın ismini sorduk, "Kadiroğlu kadir" dedi, "Delioğlu deli" deseydi daha uygun düşebilirdi. İlginç bir adamdı. Bir ara beni kolumdan tuttu; bu kadar samimiyet gerekmez bağlamında kolumu çektim ben. Adam devamlı konuşuyordu. Burada Latince şu güzel özdeyişi hatırlatayım: "Amantes sunt amentes!" Aşıklar delidirler! Fakat yalnızca aşıklar değil esasen herkes delidir, bir parça delidir; o yüzden Kadiroğlu Kadir'i de hoş görmekte yarar var, zaten hayatın hangi aşamalarından geçmiş de o hale gelmiş, hangi zorlukları yaşamış da böyle olmuş, bu konuda hiçbir fikrimiz yok; onu, ona dair bütün bilgileri elde etmeden yargılamak, daha doğrusu analiz etmek bize düşmez ve adaletli olmaz. Gerçekten de bir insanı gerçek manada analiz etmek veyahut yargılamak için onun yaşamına dair bütün bilgiler elimizde olmalıdır: Bu kişinin nasıl bir yaşamı olmuştu? Geçmişinde karanlık bir şey, herkesten sakladığı üzücü bir şey var mıydı? Ailesi nasıldı? Ne tür bir ahlaki değerler sisteminde yetişmişti? Bütün bunları bilmeden kişiyi doğru bir şekilde analiz etmek, onu anlayabilmek mümkün değildir.
Çayımızı beklemeye başladık. Bize çay yapılan yerin mutfağı baya kirliydi. Gözleme yememeye karar verdik. Hüseyin bey de habire "cak cak" sakız çiğniyordu ve ciddiyetsiz bir görünüm sunuyordu. Sanki karşısında "Kek turistler" vardı da onları bir güzel "kekliyelim" havasındaydı. Tabii keklenmedik!.. Ama insan bazen hayatta bile bile lades de yapabilir; eğer ben tek başıma olsaydım bu adamlara keklenmiş gibi yapabilir, gözlemelerini yiyebilirdim; Gandi olsa böyle yapardı. Karşısındakinin sahtekarlığını anlasa bile onu değiştirebilmek için bunu yapardı.
Caminin avlusunda müthiş bir çınar ağacı vardı; Hacı Süleyman Yılmaz Camii'ydi orası. Ben şahsen gittiğim yerlerde camilerden çok okulları görmeyi isterim. Cami benim için hiçbir şey ifade etmez; okullardır beni sevindiren; okullardır bir ülkeyi yükselten. Caminin hemen karşısında yine çok sayıda tahıl ambarı vardı. Kekik çaylarımızı içtik. Müslüm hoca yine ayrıntılı haritasında son kontrolleri yaptı. Çok acıkmıştık; ama köyden çıktıktan sonra yemek molası vermeye karar verdik. Buradaki direklerden birinde "Wait" yazısı vardı. Bunun üzerine makine gibi çok sayıda espri ürettik. Wait! Bekle! Kimi bekle ya da neyi bekle? Herhalde Godot'yu bekleme yeriydi orası!.. Üstat Samuel Beckett'in ünlü tiyatro eseridir bu; postmodern karşıtı bir klasikçi olmama rağmen okurken çok keyif almıştım. Burada Vladimir ve Estragon adlı 2 kişi, Godot adında ne olduğu bilinmeyen bir şeyi beklemektedirler. Sanki oradaki sahneler bana böyle bir hayal verdiler; absürd bir şeyler vardı o kahvede, o Kadiroğlu Kadir'de, o mutfakta!..
Sapsarı çiçek tarlalarının önlerinden geçip yürüyüşe devam ettik. Eşekler ve inekler gördük; bir dere kenarında, bahar çiçekleri açmış hoş bir ağacın altında kumanyalarımızı yemeye başladık; su üzerinde yürüyen böcekleri izledik. Sağda solda ters laleler gördük. Bazılarımız çiçek tarlalarını görünce uzanıp yattılar. Ben, acaba kene var mıdır diyerekten uzanmamayı tercih ettim ve hemen üstat Goethe'nin Almanlarla ilgili yorumunu aklıma getirdim. Üstat, Almanları, yani kendi ırkını anlatırken şöyle der: "Almanlar tuhaf insanlardır. Her şeyden çok düşünceye önem verirler, her şey üzerinde uzun uzun düşünürler; böylece de hayatı yok yere güçleştirirler. Onlara bir çiçek gösterirseniz, 'Kokusu var mı, suyu kaynatılıp içilebilir mi?" diye sorarlar. Ben de bazen böyle Almanvari davranırım. Çiçeklerin üzerine uzanacağım ama kene var mı? Kene varsa zararlı türden mi? Bu çiçek boya verir mi? Halbuki yat gitsin! Fakat o zaman da tadımlık olacak!.. Sonuç olarak: Uzun süreli çiçek yatışına "evet!"
Yürüyüşümüz boyunca değişik köylülere rastladık. Bir ara ayakkabılarıma baktım, daha 1-2 ay önce aldığım La Sportiva ayakkabım 4-5 yıllıkmış gibi eskimişti. Jilet gibi keskin taşlar, pek çok yerini kesmiş ve delmişlerdi. Likya Yolu çarşaklı bir yoldu.
Bir ağaçta "Rough" kelimesi gördük. Önce, kesilecek ağaçlara dair bir işaretleme mi dedik ama sonra kaba, hoyrat, taşlı, inişli anlamlarını hatırlayıp bunların bir uyarı levhası olduklarını anladık. Bu civarda epeyce bir heyelan olmuştu. Bir yerde ise yol tamamen araç geçişine kapanmıştı. Başka bir yerde yol ikiye ayrıldı. Bir kısım Müslüm hocayla yukarıdan gitti, ancak orada yol bittiğinden yeniden bizim gittiğimiz yola geçildi. "Phellos 14 km" levhasına ulaştık. Bir ara yolda Müslüm hoca bana bir telsiz verdi. Siz ormandan gidin dedi, kendisi de tek başına yoldan devam etti. Telsiz melsiz olaylarını pek sevmem, çünkü çalınca mecburen açmak lazım. Ben pek telefonla konuşan biri değilim, zorunlu olursa konuşurum ancak. Evde telefon çalar, sabit telefon, ben hiç açmam, öylece çalar durur. Tabii burada Müslüm hoca çalınca açıyordum.
"Neredesiniz Murat, tamam."
"Yol bitti, uçurumvari bir yere geldik, hocam, tamam."
"O zaman uçurumun etrafından dolanıp dere boyunca ilerleyin, tamam."
"Tam anlayamadım. Hamam mı tamam mı, hocam?"
"Tamam dedik, Murat, hamam, aman tamam!"
Bu telsiz işleri biraz oyun oynamaya benziyor ama çok yararlı. Haberleşmede çok faydalı oluyor fakat konuşulanları tam anlamak da kolay olmuyor. Telsizle bir koldan Müslüm hoca bir koldan da biz Likya Yolu işaretlerini aradık. Telsizle 10 kez kadar haberleştik, rota belirledik ve bir yol kıvrımında buluştuk.
Nihayet Hacıoğlan köyüne ulaşabildik; ortada ne Hacı vardı ne de oğlan; sadece inşaat yapan işçiler vardı. Yaklaşık 18 km kadar yürümüştük. Yürüyüşler sonrasında esnetme hareketleri yapılıyordu ve esnetmeyi genellikle Tahsin hoca yaptırıyordu. Hacıoğlan'a minibüsümüzü çağırdık. Cihan hanım da minibüste geliyor ve bizi karşılıyordu; o gün yaptığı yürüyüşleri ve gezileri anlatıyordu. Bazen Pervin hanım da yürüyüşlere katılmıyor, şehirde kalıyor ve Cihan hanıma eşlik ediyordu. Bir keresinde de Asuman ayak tabanlarını dinletmek için 1 günlük mola aldı. Yarın yine buraya dönmek üzere oradan ayrıldık; ancak yarına kalmadan 30 dakika sonra geri döndük; Yahya hocam çeşme başında gözlüğünü unutmuştu. Dönmememiz için çok çaba sarfetti ama biz dönüp gözlüğü almaya karar verdik ve çeşme başından gözlüğü aldık.
Artık Kaş'taydık. Otel konusunda bir sorun çıktı. Kaş'ta Sera otelde kalacağımızı sanıyorduk. Bu otelde sauna vardı ve ben birkaç gündür bunu tekrarlıyor, saunada rahatlayacağız diyordum. Bizim otelin ismi Sera değil Ferah otelmiş!.. Otel güzeldi, merdivenlerinin mermer işçiliği pek hoştu, ama saunası yoktu!.. Burada da yine Bayram isimli bir görevli vardı. Tek kişilik odalarda kalacağımız haberine sevindim; herkes hızlı bir şekilde odalarına dağıldı, malzemeleri toparladık; ben epeyce bir çamaşır yıkadım. Yemeğe kadar 1.5 saatimiz vardı ve ben 1 saatimi sıcak duşa ayırarak nihayet bir "Murat klasiği" yapabildim. Benim odam 3. kattaydı. Bavulla çıkması zor oldu. Nazım hocayla Müslüm hoca birlikte kalıyorlardı ve 4. kattalardı. Herkes farklı katlara dağılmıştı.
Akşam 19.30'da hepimiz havuz başında toplandık. Yan tarafta Nur Otel vardı, ama etrafa nur saçmıyordu. Oradan aşağı süzüldük. Ülkü'nün ODTÜ'den arkadaşı Aydın beyin tavsiye ettiği "Ananın Mutfağı'na" gittik! Daha doğrusu "Mama's Kitchen." Lokantanın tam ismi "Bi Lokma" lokantasıydı. Etkinlik boyunca hangi lokantaya gitsek aç olduğumuz için süratle onlarca şey istiyorduk ve garsonlar ya da garsoneler allak bullak oluyorlardı: Kepek ekmek verebilir misiniz? Ayran alabilir miyim, tuz var mı, 1 kaşık daha lütfen; arka arkaya makineli tüfek gibi ardı arkası kesilmeyen istekler, yorulan garsonlar; çünkü açtık!.. Bir süre sonra bir kadın gelip yüksek sesle "Hello, I am Mamma!" dedi. Bir sessizlik oldu, ben neredeyse "So what?" diyecektim kadına!.. Ya da İtalyanca "Sinyorita, non parlo İtaliano!" diye başlayacaktım!.. Sonradan kadın Türkçe'ye döndü; yanıma gelseydi "Türkçeniz baya iyi!" diye bir espri hazırlamıştım. Mama'nın büyük kızı siparişleri aldı. Torunu da garsoneydi, sevimli biriydi. Büyük kız bize ısrarla Mantı yiyin dedi; biz de ısrarla Napoliten makarna dedik, bir kısmı mantı dedi. Önce bir mercimek çorba içtik; Napoliten makarna gelince kadına hak verdik, makarnanın dibi çorba gibi suluydu, ben bile daha iyisini yapabilirdim. Aslında biraz aşağıda çok hoş Ristorante İtaliano vardı, zaman bulsaydım oraya ekstradan bir gidecektim. Asuman, bir Kayserili olarak Mantının tadına baktı ve olumsuz görüş bildirdi. Fakat sütlaç güzeldi, ben beğendim ve afiyetle yedim. Közlenmiş patlıcan ve karışık salata da pek hoştu; özellikle közlenmiş patlıcandan 1 tencere yiyebilirdim. Gerçekten iştahım bu etkinlikte artmıştı, çünkü hep açtım! Yıllardır 55 kiloydum; biraz yemeye karar verdim ve son zamanlarda 62'ye ulaştım; yani iyi yersem kilo alıyordum. Bu etkinlikte ise özellikle sabah kahvaltılarında Ankara'dakinin belki 4 katını yiyordum. Amelelerin neden büyük bir iştahla yediklerinin de matematiksel bir ispatıydı bu; aşırı fiziksel aktivite insanı amele gibi iştahlı yapıyordu.
Akşam biraz Kaş'ı gezdik. Antik dükkanlar gördük; bir de kocaman bir Lahit mezar vardı. Her yerde motorsikletler dolaşıyordu ve çok gürültü yapıyorlardı. Bunların mutlaka yasaklanması gerekiyor. Kaş'ın tam karşısında Meis adası vardır. Onun ışıkları uzaktan parıldıyorlardı; adalar her zaman büyüleyicidirler; doğrusu bir ada'm olsun isterdim, biraz para biriktireyim bari; her şey mümkündür, Omne possibile!.. Yunanistan krizden çıkmak için küçük adacıkları satacakmış; şansımı denemeliyim belki de!.. Hayal edelim, gerçekleşsin!.. Meis, bize en yakın ikinci Yunan adasıdır. 2000 yılında bu adada sadece 400 kişi yaşıyormuş; şimdi de taş çatlasa 1000 kişi olmuştur.
Evet, yürüyüşümüzün 3. gününü anlatmayı da böylece tamamlamış oldum. Likya Yolu Etkinliğinin bütün fotoğrafları aşağıdaki linkte, Picasa Albümümde mevcuttur:
Şimdi yazımı bir müzikle sonlandırıyorum; Elvis Presley, The Lady Loves Me; Leydi Beni Seviyor Ama Bundan Haberi Yok:
Mehmet Murat ildan
No comments:
Post a Comment