Tuesday, April 13, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -3



Bu yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 4 Nisan Pazar günkü bölümüne dair hatırladıklarımı yazmak arzusundaydım. Günlük olarak Müslüm hoca şöyle bir sistem oluşturmuştu. Sabah 6'da kalkıyorduk, hazırlıkları yapıyorduk. Saat 7'de kahvaltı yapılıyordu ve 7.30'da da kaldığımız yerden yürüyüş için yola çıkıyorduk. Bu tür etkinliklerde disiplin önemlidir, aksi takdirde insan rehavete kapılır. Öz Pansiyondaki kahvaltı da güzeldi. Kahvaltıda portakal yemek de pek hoş oluyordu.




Hazırlıklardan bahsetmişken şunu da ekleyeyim. Ben akşamları yatmadan önce ayaklarıma iyice Nivea krem sürüyordum; sabah da kalkınca antiseptik pudra döküyordum üstüne. Askerde bunu sıkça yapardım. Pudra, ayağı biraz kayganlaştırıyor ve yanmayı, dolayısıyla su toplanmasını da önlüyordu.
"Öğle vakti kumanyalarımız" toplu olarak akşamdan hazırlanıyordu. Tahsin-Yahya ve Müslüm hoca üçlüsü kumanya alışverişlerini yapıyorlardı. Yürüyüş uzunsa 3 litreye kadar soğuk su ve bir de termosta sıcak su alıyorduk; bunlar yükü epeyce ağırlaştırıyorlardı. Azıklarımız, kepek ekmek, beyaz ekmek, domates, biber, beyaz peynir, salatalık, bal, portakal, elma ve zeytinden oluşan güzel bir vejetaryen karışımdı. Ben domates üzerine serpmek için İtalyan Otlar da almıştım; bunların içinde kekik, fesleğen gibi benim en çok sevdiğim türden otlar vardı. Bu ot karışımına bir de deniz tuzu eklenmişti.
Sabahki kahvaltıdan sonra tozlukları giyip, kene kovucuları tozluğa püskürtüp minibüse bindik; pansiyondan yukarı doğru giden yolu takip ettik ve bir Osmanlı sarnıcına geldik. Bu kubbeli sarnıcın karşısında Likya Yolu levhası görülür. Levhada "Kalkan 3 km, Bezirgan 6 km" yazar. Bizim ilk hedefimiz Bezirgan denen yerdi. Buradan dağa doğru bir patika başlar. Bezirgan, Kalkan'ın yaylasıdır. Sıcak yerlerin hemen her zaman bir yaylası olur, çünkü buralar yazın cehenneme döner, yanar kavrulur.


Yol boyunca 3-4 tane kuyu ve 2 tane de ağıl gördük. Sürekli olarak yükseldik. Yükseldikçe Kalkan aşağılarda kaldı ve harika deniz manzarası gözler önüne serildi. Uzaklarda bir duman gördük ve Müslüm hoca yangın ihbar hattını arayıp dumanı ihbar etti ve yerini belirtti. Bir yangın mı vardı yoksa köylüler mi kontrollü bir şeyler yakıyorlardı anlayamadık.


Yolumuz üzerinde gördüğümüz birkaç kayalık yere çıkıp fotoğraf çektik. Kaya tırmanış eğitimi alan Nazım hoca nerede kaya görse "Bu bizim kaya mı Yahya?" ya da "Bu kaya nedir ya, çerezlik bu!" diyordu Müslüm hocaya. Zaman zaman "Aşkın metafiziği" üzerine bir tartışma başlatmak istiyor, fakat herkes "Onu yarın yaparız hocam," diyorlardı, o yarın hiç gelmedi. Bu gezide Nazım hocanın bir panteist olduğunu öğrendim. Panteizm ilginç bir felsefedir. Buna göre evrenin tamamı tanrıdır. Her şey tanrının bir parçasıdır; üstat Spinoza da Tanrı her şeydir, her şey tanrıdır der. Biz normalde Tanrı ve evreni ayrı ayrı şeyler olarak düşünürüz ama Spinoza onlar aynıdır der; belki de öyledir, bilmiyorum.
Yürüyüşe devam ettik. Papatya tarlalarından geçtik. Yavaş yavaş ben bu işaret bulma olayını sevmeye başladım ve o yüzden de bel ağrım geçti mi hemen ön tarafa geçiyordum. Bir süre sonra bir takım kulübe benzeri yapılara geldik ki bunlar "Ambarlar"dı. Likya Yolu üzerinde pek çok lahit vardır ve bunlar ev şeklindedirler. Bu tahıl ambarları da tıpkı lahitler gibi yapılmışlardı. Ambar tahtaları kızıldır. İçlerine buğday konur. İçlerini görmek de mümkündür.


Ambarlarda dolaşırken çok şeker bir kıza rastladık. Pembe tokaları, yıldızlı tişörtü olan bu sevimli köylü kızının hoş bir gülüşü vardı. Adı Mine'ymiş. Şule'nin adım-ölçerindeki rakamın 7500 olduğunu öğrenince "Oha" sözcüğünü kullandı ve bu bizim epeyce gülmemizi sağladı. Bir ara koşuşturma oldu; sonra Jale, Mine'nin kalbi nasıl atıyor bakın dedi ve sırayla doktor gibi onun kalbini dinledik. Genellikle 2 tip köylü oluyordu, ya kurnaz tipler ya da Mine gibi saf, henüz kötülük bulaşmamış, bir şey söylendiğinde utanarak boynunu hafifçe eğip yere bakan temiz kalpli olanlar. Ama Mine daha ne kadar bu halde kalacaktı ki? Toplum onu da bozacak, ezbere dayalı yanlış eğitim onu da aptallaştıracak, çürütecek, temiz kalpliliği kirlenecek, yalanı dolanı, her türden kurnazlığı öğrenecek. İnsanı o saf ve temiz halinde tutmanın yolu nedir? Bu yolu bulan dünyayı da insanlığı da kurtarmış olacak!..


Ambarları ve sevimli Mine'yi geride bırakarak, koyun sürülerinin yakınlarından, tavukların, horozların arasından, nanelerin yanlarından, gelinciklerin önlerinden, dantel işleyen köylü kızların kıyılarından, kısacası pastoral yaşamın kalbinden geçip ilerledik ve Bezirgan köyüne vardık. Bu köyün girişinde kurban kesen bir çocuğa rastladık. Bir kuzunun derisini yüzüyordu. 1926 doğumlu olmasına rağmen 95 yaşında olduğunu söyleyen fesli bir dedeye rastladık. Köy dünyasında "asparagas yaş haberleri" oldukça yaygındır. Bu yaş şişirmenin ödülü, "Bakın yaşım bu kadar yüksek olmasına rağmen halen genç ve dipdiriyim," mesajıdır ama bize sökmez!.. Bence o dede, 75-80'di en fazla, ama söylediği gerçek de olabilir bir ihtimal, bütünüyle haksızlık etmiş olmayayım adama.


Yolumuz üzerinde bir levhaya daha rastladık. Burada Sarıbelen 7 km yazıyordu. Bezirgan güzel bir köydü. Köy camisinde ihtiyaç molası verdik. Bezirgan yaylasının elmaları meşhurdur. Yahya hoca, eğer mevsimi olsaydı burada deve gibi büyük elma yiyebileceğimizi söyledi. Elma diyince Tahsin hocam bir yerden bir torba dolusu buzluk elması getirdi bize. Ben ilk lokmayı yiyince elmayı acı buldum ve de yemekten vazgeçtim!.. Tahsin hoca elmayı afiyetle yedi. O koca elmaların tek başına bitirilemeyeceği de rivayet edilir.


Köyün kahvehanesine gittik. Bazılarımız kahve, bazılarımız çay ve bazıları da kekik çayı içtiler. Burada İsmet beyle tanıştık; İsmet Sarıca, Ömer Sarıca'nın babası. O da tıpkı Ömer bey gibi Ksantos'ta çalışıyormuş, emekli olmuş; efendi, saygılı biriydi. Bizi evine götürdü. Bahçesinde enfes domatesler vardı; alıp yedik; badem verdi bizlere; ben taze soğan da koparıp yedim. Bu da beni iyice acıktırdı. Bahçede koca koca limonlar dallarından sarkıyorlardı ve Ülkü bu limonlardan aşırmak niyetindeydi. Evdeki küçük bir kız büyük bir hindiye bakıyordu. Teşekkür edip vedalaşarak evden çıktık; Tahsin bey bir oğlak buldu ve sevdi. Bu keçi yavruları çok sevimli oluyorlar. Peki ben sevdim mi? Hayır sevmedim! Uzaktan sevdim!.. Bir ara Tahsin bey Şule'ye badem verdi ve Şule de bademi afiyetle yedi, ancak daha sonra Tahsin beyin elleriyle keçiyi sevdiğini hatırlayınca hızlı bir şekilde ağzına su alıp gargara yaptı!.. Oldukça titiz biri. Ama ben daha titizim herhalde ki ben keçileri hatırlayıp güzelim bademi bile almamıştım!.. Alsaydım ne olurdu? Hiçbir şey olmazdı!.. Bağışıklığımızı mikroplarla güçlendirmemiz gerekir zaman zaman. Yolda bir başka ev daha bizi davet etti; sadece bahçesine girip sohbet ettik. Burada köylüler yalnızlıktan ve insansızlıktan usanmışlar ve misafir istiyorlar. Köylerde misafir aranan bir şeydir; şehirde ise misafirden kaçılır!.. Kapı dürbünleri misafirler ve akrabalar için yapılmıştır; dürbünden bakıp kapıyı açmazsınız!..


İsmet bey bizi bırakmaya pek niyetli değildi. Hoşçakal dedikten sonra da bize köyün tarihi birkaç yerini göstermek istedi. Bizi bir mezar kalıntısına götürdü. Ben İsmet beye "Köyünüzün neyi eksik?" diye sordum. O da bana "Ebemiz yok!" dedi. Ben biraz gülümsedim ve demek "Burası ebesiz bir köy!" dedim. Aslında ebenin tayini yapılmış ama bir türlü uygulamaya geçilememiş. Köyde halen ebe bekliyorlar yani. Girişte köyün seyyar morgu da vardı. İsmet beye ikinci kez hoşçakal dedik!.. Bütün bunlar yaşanırken aklıma Gandhi filmi geldi. Ben Kingsley'in başrolde oynadığı bu film gerçekten enfestir. Burada bir sahne vardır. Hindistan'da her şey karışıktır, siyasi yaşam ve olaylar çalkantılıdır. Sevgili Gandiji ya da Bapu, Hindistan'ın babası Güney Afrika'dan zaferle dönmüştür; önemli bir kişi ona "Hindistan'ı gez, kendi ülkeni tanı," der ve Gandi de bu tavsiyeye uyarak trenle İngiliz işgali altındaki Hindistan'ı dolaşmaya başlar; yüzlerce kilometre yol yürür. Bu, onun için çok ilginç bir seyahattir, çünkü kendi halkını çok yakından tanıma fırsatını bulur, Hindistan'ın sefaletini görür, fakirliğe doğrudan tanıklık eder. Zaman zaman bizler bunu yapmalıyız; kendi ülkemizi dolaşıp, bilinmedik köylere, girilmedik mahallelere, dolaşılmadık mekanlara girip çıkmalıyız.
Yürüyüş yolumuz üzerinde "Yumrutepe 840 rakım" yazan bir levhaya rastladık. 4 km yol yürümüş olmalıydık ki "Sarıbelen 3 km" yazılı levhaya geldik. Boyalı işaretler bazen direklerde bazen ağaçlarda oluyordu. İnsan unutup taşlara odaklanıyor, yüzlerce taşa bakıp işaret göremeyince Likya yolunu kaybettik diyordu ama kafayı biraz yukarı kaldırınca ağaç gövdesindeki kocaman işaret bulunuyordu; bazen de grup ikiye ayrılıp işaret arıyordu; zevkli bir işti bu. Sarıbelen'e ya da öteki ismiyle Sidek'e gittik. Yolumuz üzerinde yeni bir levha gördük. Üzerinde Gökçeören 13 km yazıyordu. Bu yöne saptık, yaklaşık 3 km yürüdükten sonra tarlalı denen yere ulaştık. Artık dönüş vaktiydi. 10 km daha yürümek istemiyorduk çünkü yorulmuştuk.
Kestirmeden aşağılardaki toprak bir yola inmek arzusundaydık ve sonra da minibüsü oraya çağıracaktık; benim "Öz Likya Yolu" dediğim yere girdik!.. Burada yol falan yoktu; tamamen makiliklerle kaplı, zaman zaman hiç geçit vermeyen bir dokusu vardı buranın. İlerleyebileceğimiz bir patika arıyorduk. Eğer o gün şort giymiş olsaydık hiç şüphesiz onlarca kesik oluşacaktı. Bir ara Nazım hoca oklava gibi yuvarlak bir taşa basıp düştü, neyse ki yumuşak bir düşüş oldu. Bu bölümde benim elime 20-30 kadar minik minik kıymıklar battı; üşenmeyip fotoğraflarını çekseydim ilginç olabilirdi. Daha mantıklısı o sırada biriyle tokalaşıp bütün kıymıklardan kurtulabilirdim!.. Aslında dikkatli olsaydım dikenli otları görüp öteki taraftan gidebilirdim, fakat Errare humanum est! Yani hata yapmak insan aittir ya da hata insanidir!..
Bu etapta yolumuz üzerinde devasa kayalara rastladık; bunların üzerinde biraz uzanıp güneşlendik, uzunca bir mola verdik. Bu kayalara tırmanmak kolaydır çünkü pek kaymazlar, ayakkabıların tutunacağı pek çok girinti çıkıntıları vardır. Etkinlik boyunca sıkça keçi boynuzu ağaçlarına da rastladık; bunlar henüz yeşil ve tazelerdi.
.
Bir ağılın yakınlarına geldik; köpek havlamaları duyuluyordu; özellikle çoban köpekleri tehlikelidirler, çünkü korkusuz köpeklerdir bunlar. Korkusuz hayvanlardan korkulur. Bir NG belgeselinde görmüştüm; 10 kadar avcı ellerinde dolaşıp aslan avlıyorlardı. Bir aslan gördüler. Aslan, avcıyı uzaktan gördü ve inanılmaz bir hızla avcının üzerine doğru koştu; hiçbir korkusu yoktu; zar zor ateş açıp öldürdüler aslanı.
Bu az önceki ağılın sahibi Muharrem beydi. Batonlarımızı beğendi ve bana hediye edin dedi!.. Aslında 10 liralık batonlardan olsaydı verebilirdik tabii!.. Bu hediye olayını Mine'ye rastladıktan sonra epeyce düşündüm. Esasen böyle etkinliklere gelirken yanımıza özellikle köylü çocuklara verilebilecek birkaç hediye alabiliriz. Tabii herkese hediye verilmez, yalnıza hak edene verilir. Mesela ben Muharrem beye vermezdim, ama Mine'ye 1 değil 10 hediye de verirdim. Bunu düşünebiliriz; ufak tefek cincik boncuk yanımıza alıp hak eden birkaç ufaklığa dağıtabiliriz.
Bu etabın çoğunluğunda ben önde yürüyordum; işaret bulmayı sevmiştim; önde yürümeme kimse de itiraz etmediğinden ben de "yürü babam yürü" yaptım. Bazen Yahya hocam "Muraat, yavaşla yaw!" diye arkadan bağırıyordu. Ben yavaş yürüyünce yoruluyorum; en çok nerede yoruluyorsun derseniz Anka Mall'da, Armada'da, yavaş yürürken yoruluyorum. Bir de herkesin alışkın olduğu bir tempo oluyor, o tempoyu değiştirmek hiç kolay değil. Bu etapta hatırladıklarımdan biri de şuydu: Asuman fotoğraf çekerken neredeyse ısırılacaktı. Bir tarla vardı ve köpekler o tarlayı koruyorlardı. Herkes tarlanın yanından geçti, Asuman geride kalmıştı; elindeki sopaları da bırakıp fotoğraf için köpeklere yaklaşınca tehlike doğdu ama Asuman pek farkında değildi. Köpeklere karşı dikkatli olmak lazım, yoksa bir anda dişlerini paçalara geçirirler. Sopalar dedim az önce, çünkü Asuman etkinliğe son anda katıldığı için batonlarını evde unutmuş; Tahsin hocanın yedek batonlarını da kullanmadı, o yüzden kendisine 2 kocaman sopa buldu; hiç üşenmeden 10 gün o sopalarla Musa'nın asaları misali yürüdü.
Yürüyüşte herkesi az çok görüyordum. Pervin hanım bazen kask giyiyordu, çünkü oğlu ABD'de talihsiz bir düşüş yaşayıp kafasını çarpmıştı; buradan ailecek bir hassasiyet doğmuştu ve Yahya hocam da kask getirmişti. Esasen kask takmak kayalık yerlerde hayati önem kazanabilir. Kask derken aklıma geldi, yarın Kent Park'ta Decathlon mağazası açılıyor. Burada çok sayıda doğa aktiviteleri ürünleri satılacak. Ben de merakla açılmasını bekliyorum yarın. Bir şey almasam dahi ürünleri tek tek inceleyeceğim.
Tahsin hoca güneşten yanmaya başlamıştı. Krem falan da sürmüyordu, amacı kızıllaşmaktı. Yürüyüş esnasında bir "şehir efsanesi" dolaşıyordu. Cihan hanım akşam sulu yemek yapacakmış söylentileri artmıştı ve bu durum hoşumuza gitmişti. Dağcı, doğa yürüyüşçüsü açtır, her zaman açtır, yemesi gerekir. Bu duygularla pansiyona döndük. Öz Pansiyondaki son geceydi bugün. Kuru fasulye olayı şimdilik doğru çıkmamıştı, mutfak sorunu çıkmıştı ve başka bir zamana ertelendi. Ancak bir sürü şey yapılmıştı bile. Bol yeşillik vardı, patates salatası vardı; peynir tabağı vardı, cin biberlerden hatırlıyorum. Rakı ve şarap da alınmıştı. Cihan hanım yine güzel şarkılar söyledi. Bir ara ben ona espiriden "Biraz da Elvis söyleyin," diye takılmıştım. Bu yemekte birden Fransızca bir şarkı söylemesine şaşırdım; sonra da bana dönüp "Yabancı şarkı istemiştin ya," dedi. Yanılmıyorsam kendisi Fransızca öğretmeni. Bir de "Yenge" krizi yaşandı!.. Ben de sanki Kardak Kayalıkları krizi gibi bahsettim olaydan! Cihan hanım "Yenge" sözcüğünden hoşlanmıyor, ki ben de onunla aynı fikirdeyim.
Masada Yahya hocam neden önce fiziği bırakıp sonra tekrar merak sarıp fizik okumaya başladığını anlattı. Bu arada bana da epeyce bir soru soruldu; neden romana başladığım soruldu; tabii ben soruları geçiştirdim, detaya inmedim. Bana bir şey sorulduğunda genellikle "Bilmem" derim. Bu, insana kolaylık sağlar; gölgede kalmak güzeldir, izlenmek değil de izlemek güzeldir. Bilip bilmeme konusuna gelince, yaşamım boyunca bildiğim tek şey Sokrat gibi "Hiçbir şey bilmediğimdir." Her geçen gün bu durum bende daha sağlam yerleşiyor ve kelimenin tam manasıyla hiçbir şey bilmediğim duygusu bana hakim oluyor. Evet, hiçbir konuda hiçbir şey bilmiyorum, aynen böyle hissediyorum.
Evet, sanırım 4 Nisanın özeti de buydu. Yol boyunca benim aklıma en çok üstat Ernest Renan'ın İsa'nın Hayatı kitabı geldi. Bu kitabın eski ama harika bir dili vardır. İsa ve bir grup havari belirli bir bölgede devamlı dolaşır, yürürler. Bir amaçları yok gibidir. Kitapta şöyle yazar Renan: "Onun sevdiği şey, kulübeleri, harman yerleri, kaya içine oyulmuş zeytin mengeneleri, kuyuları, mezarları, incir ve zeytin ağaçlarıyla Galile'deki köylerdi. İsa daima tabiata yakın yaşadı. Bu kitabın büyülü bir yanı vardır. Pastoral yaşamdan izler taşır; tabiata övgü vardır. Bu kitabı içselleştirdiğim için yürüyüşlerde bunu hep hatırlarım.
Mehmet Murat ildan



No comments:

Post a Comment