Thursday, April 15, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -6



Birazdan, 2010 yılının 7 Nisan Çarşamba günü yaptığımız Likya Yolu Yürüyüşü'nün aklımda kalan ayrıntılarını aktaracağım; pek fazla da bir şey kalmadı ama kaldığı kadarıyla anlatacağım. 7 Nisan, yürüyüşün 5. günüydü. Bazen 10, bazen 15 ve bazen de 25 km yürüyorduk; işler otomatiğe bağlanmış, robotlaşmıştık; o gün 18 km yürümüştük. Yürüyüş bu kez doğrudan Ferah otelden, kahvaltı yaptığımız havuz başından başladı. Bavullarımızı, henüz kurumamış çamaşırları minibüse yükledik, çünkü akşama Üçağız'daki meşhur Telemen pansiyonunda kalacaktık. Pansiyondan yola çıktık batonlarımızla. Bir helikopter pistinin önünden geçtik. Hafif bir yokuştan ilerledik; sabahın en taze kokuları ciğerlerimizle buluştu ve kaynaştılar. Kaş, hemencecik gerilerde kalmıştı. Güzel bir koya geldik; koyun plajı herhalde yaz zamanı dolup taşıyordu, şimdi ise inler cinler maç yapıyorlardı. Emin değilim ama galiba burası küçük çakıl plajı denen yerdi, çünkü çakıllar küçüktü!.. Fakat sonradan Müslüm hocadan öğrendim ki burası Büyük Çakıl plajıymış ve Küçük Çakıl plajı yer Ferah otelin hemen önüymüş. Küçük çakıl plajında denize dağ suyu karışırmış ve suyu da biraz serinceymiş.


Büyük Çakıl plajının insanı ferahlatan görüntülerini hafızamıza ve makine kartımıza aldıktan sonra devam ettik. Asfalt yolda yürüdük; tabanlarımız sert zemine vurunca sert zemin de tabanlarımıza karşılık veriyor, kıyasıya dövüşüyorlardı; alt taraflarda bir Tayland boksu yaşanıyordu ve galip gelenin tabanlarımız olmasını diliyorduk. Üzerinde "Limanağzı 3 km" yazılı levhaya geldik. Evlerin arasından geçerken 2 siyah köpek davet edilmeden ekibimize katıldılar. Bu karabaşlar bundan sonra Demre-Myra'ya kadar kilometrelerce ve günlerce bizimle beraber geldiler. Oldukça akıllı köpeklerdi. Bize, bizi sevdiklerinden dolayı katılmamışlardı bence; bu köpekler trekkingcilere takılıp hem onlarla yürüyor ve hem de besleniyorlardı. Yabancı turistlerin bu köpeklere bizim verdiğimizden daha fazla yiyecek verdiklerini de düşünüyorum. Kulakları işaretlenmişti, güzel köpeklerdi, hiç havlamazlardı; ya arkadan hayalet gibi bizi takip eder ya da önden gidip arada sırada arkaya dönüp bizim gelip gelmediğimize bakarlardı; bazen hapşırıp ekibi korkuturlardı. Bu yol üzerinde pek çok sürü ve köpek vardı. Bize köpekler saldırdığında onlar arkamıza kaçıyorlardı; yani kendi güvenlikleri için bir anlamda bizi kullanıyorlardı.


National Geographic kanalında böyle bir teoriyi anlatan belgesel izlemiştim. Bazı akıllı köpekler, vahşi hayatın zorluğundan kurtulmak için binlerce yıl önce bilinçli olarak insana yaklaşmış ve ona bekçilik yapma adı altında kendi yaşamlarını güvenceye almışlardı; yani yüzlerine sevgi maskesi takıp biraz da kuyruk sallayarak kendi çıkarlarını korumak için insanlara katılmışlardı. İlginç bir teoriydi. Bizim karabaşları sevmiştim ben; insan bazen kendisini 17. Yüzyıl İngiliz kırsalında ormanda avlanmaya giden avcılar gibi hissediyordu.
Denize paralel giden müthiş bir patika vardı ve biz oradan yavaş yavaş inişe geçmiştik; Limanağzı koyuna bakıyordu burası. Bu bölüm, benim en sevdiğim parkurlardan biriydi. Uçurumsu bir yere doğru dik bir iniş başladı ve bir yerde iple emniyet alınmış daracık patikadan geçtik, patikanın sadece "pa"sı kalmıştı. Bu kısımda iplere tutunarak ilerlemek daha güvenliydi. Pervin hanım kaskını takmıştı bile ve Yahya hocanın koruması altında ilerliyordu. Kaya mezarların tam önlerine çıktık. Bizim zorlukla indiğimiz yerlerden karabaşlar çocuk oyuncağı gibi hızla iniveriyorlardı. Çakılları daha büyük olan ikinci bir plaja geldik; Limanağzı koyu denen yer olmalıydı burası. Çalılıkların arasından, güçlükle Likya işaretini bulup yola devam ettik. Zeytin ağaçları, su sarnıçları, keçi boynuzları, her zaman görmeye alıştığımız manzaralardı bunlar. Sert ve serin bir rüzgar esiyordu; deniz hırçınlaşmıştı, kopkoyu bir mavilik alabildiğine dalgalıydı ve her yer ıssızdı ve gölgelikler azdı ve güneş kızgındı ve ben şimdi "ve" bağlacını fazla kullanmıştım!..


Denize doğru inen derin yarıklar gördük; bu yarıklara dalgalar gelip çarpıyor ve metrelerce yukarı sular fışkırıyordu. Tahsin hoca, Asuman ve pek çok kişi bu anı yakalamak için makinelerin objektiflerini oraya yönelttiler. Deniz kenarında kocaman kayaların üzerlerinden yürüyorduk; "Eski kaşar peyniri kayaları"ydı bunlar, ama eski kaşar peynirlerindeki o ayak kokusuna benzer rezil bir şey yoktu; bu koku bir de Parmesan peynirde olur, yerken pek sorun çıkartmaz ama.
Çoban plajı ve Ufukdere kumsalı gibi yerler gördük. Sarı kır çiçekleri ve masmavi deniz ilginç bir bayrak oluşturuyordu; Doğa Ülkesinin bayrağıydı bu. Ben zaman zaman karabaşlar üzerinde deneyler yapıyordum; ceviz veriyordum, yemiyorlardı; ekmeği de pek tercih etmiyorlardı. Bazen dilleri dışarıda kalıyordu; Tahsin hoca ya da Yahya hocam onlara ellerinden su veriyorlardı.


Yol üzerinde yine 2 turiste rastladık. Rüzgardan korunmak için çalılıkların arasındaki düzlüğe sığınmışlardı; biraz sohbet ettik. Ortada bizden başka Türk doğa yürüyüşçüsü yoktu; toplam 5 turist görmüştük bütün bu etkinlik boyunca. 6 km kadar yürüdükten sonra bir levhaya geldik. Burada Limanağzı 6 km ve Kılıçlı yani Apollonia 11 km yazıyordu. Yol boyunca Yalnız Palmiye'yi de gördük. Ben üşendiğim için gidip onun fotoğrafını çekmedim, bazen üşengeçliğim tutar, büyük ihtimal google'dan "yalnız palmiye" resmine bakarım demişimdir. Denizin iyice yakınında kayaların içinde tek başına duran bir palmiye vardı orada. Sürekli olarak yalnız palmiye diyorlardı ona, ama kimsenin aklına onun yanına başka bir palmiye dikip onun yalnızlığına son vermek gelmiyordu. Doğrusu benim geldi; ama bu işi ancak Kaş belediyesi yapabilir; oraya denizden gelip, birkaç işçi o palmiyenin yanına başka bir palmiye daha dikebilir. İnsanlar kitaplarda sürekli olarak "Palmiye yalnız, vah vah" diyorlar ama çözüm üretmek pek düşünülmüyordu, çünkü biz o palmiyenin yalnız olmasını istiyorduk, onun yalnız olması bize ilham veriyordu, biz zaten onu yalnızlığa mahkum etmiştik, onun başka palmiyelerle olmasını arzulamıyorduk, çünkü bencildik. Onun yalnızlığına üzülüyorsak oraya başka bir palmiye dikmeliydik bence, naçizane görüşümdü bu benim!..


Bu parkur bir süre sonra denizden uzaklaşır. Yarınki hedefimiz Apollonia'ydı. Her zamanki gibi çobanları, keçi sürülerini, sarnıçları geride bıraktık ve ertesi gün Apollonia'ya gitmek üzere minibüsümüze bindik. Enfes koylar görmüştük; ıssız ve vahşi yerlerdi oralar. Akşam kalacağımız yere hareket ettik ve Demre'nin Üçağız köyüne gittik. Üçağız bir balıkçı kasabası. Dağlar olunca balıkçılık daha cazip hale gelmiş elbette. Üçağızın merkezi denilen yer çok küçük. Uzun süreli kalmaya elverişli bir yer değil; insanı sıkabilir, çamaşır makinesi gibi sıkıp kurutabilir; ancak ben buradaki müthiş durgunluğu sevmiştim. Buraya genellikle emekli turistler gelirmiş ve balık tutarlarmış. Bu küçük yerde sanki zaman durmuş gibiydi; yapraklarda bile bir kıpırtı gözlenmiyordu; büyükçe bir mezarlıktı sanki.


Bu akşam kalacağımız yeri minibüsle uzaktan görünce biraz hayal kırıklığı yaşadık, en azından ben yaşadım. Burası bir yarım pansiyon; çatısı vardı tabii ki!.. Bizi Süleyman bey karşıladı. Pansiyonun ismi Telemen'in Evi. "Ananın Mutfağı"ndan sonra "Telemen'in Evi"ne gelmiştik!.. Taş ve ahşap birleşiminden yapılmış bir binaydı. Süleyman Korucu güleryüzlü efendi biri; dalgıçlığı var, eliyle balık tutabiliyormuş, gözümle görmediğimden dolayı doğru mudur bilemem!..
Birinci kötü haber hemen bize ulaştı. 11 kişiydik ama sadece 5 oda vardı!.. 3 oda, 2 evli ve 2 kardeşe ayrıldı. Geriye 2 oda kaldı. Asuman-Ülkü bir odaya ve Ben, Nazım ve Müslüm hoca da 1 odaya düştük. Şoförümüz Ernur bey salondaki çekyatta değil de minibüste yatmaya karar verdi. Bizim odamız epeyce büyüktü. Ben köşedeki yatağı aldım. Elbette tek kalmayı tercih ederim, ama dostlar da uyumlu olduklarından dolayı 2 gece için "No problem!" dedim. Üstelik Nazım hoca da bol bol şiir okuyacaktı. Ayrıca, şartlar gerektiriyorsa her koşula uyarız. Burası sadece Süleyman beye ait değildi; İstanbullu Ümit İriş de onun ortağı. Telemen aynı zamanda Süleyman beyin takma ismi de. Çocukluktan beri ona böyle derlermiş.


Telemen'in Evi bir yazar için esasen ilginç bir yerdi. Bir defa bu evde gece tek kalıp güzel yazılar çıkarmak mümkündü, özellikle de korku romanları, cinayet romanları!.. 2. kattaki balkonu pek hoştu. Hoş bir yamaçtan denize bakıyordu; orada inanılmaz durgun bir manzara vardı. Kaldığımız 2 gün boyunca manzarada hiçbir değişme olmadı, belki de Telemen evinin önüne bir pano yerleştirmişti ve biz habire oraya bakıyorduk. Sarmaşıklar evi ahtapot gibi sarmışlardı. Deniz, kapalı koy olduğundan göl gibiydi, deniz gibi bile kokmuyordu; kalmış su kokusu vardı. Telemen'de evcil hayvanlar da vardı. Alt katta 2 küçük çocuk ve Süleyman beyin eşi de bulunuyordu. Emin değilim ama eski Mısır dilinde Süleyman ve Telemen aynı şey demekti sanırım (Sel - Ea - Man ya da Telemen). Zamanımız olsaydı Süleyman beyle kayıkla balık avına gitmek ilginç olabilirdi; eğer gece avlanıyorsa çok daha ilginç olurdu; yani yorgunluğa rağmen gece balık avlayacağım gelen var mı diye sorsaydı ben kesin gidecektim.


Odalardaki bütün yatakların üzerinde havlular kalp şekline getirilmiş, ortalarına da yapay bir gül konmuştu; bunları kaldırdık; romantik olmadığımızdan değil de ortamla ilgili olmadıklarından kaldırdık. Oda benim hoşuma gitti; deniz kabuğundan loş bir ışığı vardı.
İkinci kötü haber de geldi. Suda bir sorun vardı; herkes aynı anda yıkanamazdı. Bir seferde 1 ya da 2 kişi yıkanacaktı. Ben, herkes istediği kadar istediği süre, isterse gece yarısına kadar rahatça yıkansın ama en son ben yıkanmak isterim dedim, çünkü birisinin beklediğini bilince ben rahat duş alamazdım. Baskı olunca duş keyfi kaçar; baskı, bütün keyifleri yok eder; keyif ve mutluluk ancak özgür ortamda yetişir, boy atar. Bir şekilde duşlar alındı. Müslüm ve Nazım hocadan sonra ben daldım duşa. Gereksiz yere birkaç içlik ve çorap yıkadım, sonra su soğumaya başlayınca anyayı konyayı anlayıp hemen sabun aşamasına geçtim ve tam sabunluyken su kesildi, tamamen kesildi! Gözüm kapalı halde bildiğim bütün küfürleri okumaya başlamıştım bile. Fakat sonra fark ettim ki duşu kapatıp musluğu açınca az bir su geliyordu. O az suyla zor bela yıkanabildim. Sonra Süleyman bey gelip, akşama bir iki saate sıcak su olur dedi ve gerçekten de akşama bolca sıcak su geldi.
Cihan hanım ne yapıp edip Kuru Fasulyeyi pişirmeyi başarmış ve tencereyle Telemen'e getirmişti; akşam ziyafet vardı yani. Fakat üçüncü kötü haber yoldaydı!.. Kuru fasulye ve pilav çok güzel olmuşlardı, çok makbule geçti, kendisine buradan da ayrıca teşekkür ederim, ama yemeği yerken çatı tarafından hiçbir uyarı vermeden bal arısı büyüklüğünde kocaman böcekler yemeğin içine düşüyorlardı ve üstelik ters dönmüş halde düşüyorlar, tabağın içinde debelenip duruyorlardı. Pervin hanımın tabağına düşer düşmez Pervin hanım sofradan haklı olarak kalktı!.. Biz, her şeyin üzerini peçeteyle kapatarak bir çözüm üretmeye çalıştık. Müslüm hoca böcekleri pek takmadı ve hatta proteindir, ye gitsin şeklinde espriler de yaptı!.. Biz, peçeteyi birkaç saniye açıp yemeği alıp hemen kapatıyorduk!.. Sanki yağmur gibi bu koca böcekler yukarıdan yağıyorlardı. Haber verip sakince tabağa konsalar o kadar sorun olmayacaktı belki; dangır dungur, küt diye düşüyorlardı. Benim enseme bir tane düştü; fazla panik yapmadan elimle attım; sonra sırtımda gıdıklanma hissettim, içe girmişti, artık etrafta insanlar olduğundan biraz kahramanca davranmak gerekecekti, biraz çabayla atlete yapışmış böceği dışarı attım. Yani huzurlu bir yemek olayı zora girmişti. Şarapla huzuru sağladık!.. Yatış vakti geldi.
Herkes odalarına çekildi. Sabah 4'ten itibaren bir horoz belki 2 saat boyunca öttü; gece çatıda pıtır pıtır bir fare yürüdü; sonra ezan okundu, güzel okudu kim okuduysa. Uyku açısından Telemen pek verimli olmadı. Telemen'de hatırladığım ve biraz da mizahi bir durum daha vardı. Telemen'in küçük çocuğu Cihan hanıma yaklaştı ve minik elleriyle Cihan hanımın bacağını tuttu; Cihan hanım bunu evin siyah köpeği sanıp müthiş bir çığlık attı; haklı mıydı derseniz, evet haklıydı; bebek de ne olduğunu anlayamadı. Bazı insanların dokunmaya karşı refleksleri iyidir; ben de bana habersiz dokunulduğunda bazen hızlı refleks gösteririm.
Telemen'in teras manzarası güzeldi. Bir gün daha böylece sona erdi. Hayatımız, sona ermeyecek bir günü aramakla geçse de o günü bulmak şimdilik zor görünüyor.
Etkinlik boyunca çeşitli şiirler okundu, Tahsin hocanın kendi yazdığı bir şiir de oldu. Ben de buraya sevdiğim bir şiiri ekliyorum:
Bahar Günü
Ilık mı ılık ve yaldızlı bir bahar günü
Şehrin gözünü de güneş kamaştırıyor işte!
İşte yeniden neşeliyim!
Sağlığım yerinde hiç bouzlmayan gençliğim!
Kanım kaynıyor, yüreğim hep kırlara koşuyor
Sevdiğimle yarnelik bugünkü dileğim...
Uçsuz bucaksız işte sonsuza ulaşıyor ufuk çizgisi
Türkülerin en güzeli ve çiçekler sevdiğim.
Tarlalar boyu koşuşturmak arabaları!
Delikanlıca bir yarış ovalarda
Güneş bir yanıp bir sönüyor kadınların yanağında
Dost gözüyle görmek düşmanı.
Yapraklar hışırtılı türkünüz başlasın artık!
Otlar yeşersin! Renklenin bütün çiçekler!
Kötülük sokulmasın aranıza
Bozulmasın güzelliği bu günün!
Şiir, değerli Rus yazar üstat İgor Severyanin'a ait.
Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, bu kez Libiamo; Likya Yolu Yürüyüşü boyunca güzel manzaralı yerlerde zaman zaman zihnimde çalan bir parçaydı bu:



Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment