Wednesday, April 14, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -5



Bugünkü yazımda Likya Yolu Yürüyüşü'nün 4. günü olan 2010 yılının 6 Nisan Salı gününün bir özetini vereceğim. Artık sabah 6'da alarmla uyanmak, 7'de kahvaltıya inmek ve 7.30'da da yola çıkmak bir rutine dönüşmüştü. Sabah Müslüm hoca kalktığında bolca gürültü yaparak kalkmayanları da kaldırıyordu ve zamanlamaya uyulması sağlanıyordu. Geceleri genellikle 12 oldu mu yatıyorduk; zaten duş, yemek, malzeme toparlama derken saat bir anda gece yarısı oluyor ve deliksiz bir uykuya dalıyorduk. Nemden dolayı yıkadığımız çamaşırlar pek kurumuyorlardı. Bir otelde yıkadıklarımız başka bir otele naylon torba içinde götürülüyor ve kurutmaya orada devam ediliyordu.


Sabah minibüse bindik ve Ferah otel'den yola çıktık. 3 km kadar yukarı tırmandık; Kaş'a Hoşgeldiniz yazısının bulunduğu takın çok da uzağında olmayan bir yokuşta indik. Karşımızdaki levhada Antiphellos 3 km yazıyordu. Antiphellos, yani "Karşı-Phellos" Kaş'ın kadim zamanlardaki adıdır. Likçe yazıtlarda Habesos diye geçer ve Helen dilinde "Taşlık Ülke" anlamına gelir. Helenler bu ismi çok isabetli vermişlerdir çünkü Likya Yolu bir taş cennetidir!..


Hellenistik dönemde Antiphellos'un kuzeyinde bir savunma yeri vardı ve adı da Phellos'tu. Biz bugün kuzeye doğru yol alacak ve Phellos'a gidecektik. Zaman içerisinde Phellos önemini yitirmiş ve bu kez Kaş yani Antiphellos önem kazanmış, gelişmiştir. Biz minibüsle tam da Likya Yolu levhasının önünde durmuştuk. Bu levhada Çukurbağ 5 km yazıyordu. Çerezlik bir yol gibi görünüyordu ama daha önce de belirtmiştim, uzunluk değil yolun zorluk derecesi önemlidir. Bazen 1 km'lik çok zorlu yol, 10 km'lik az zorlu yoldan daha uzundur, çok daha uzundur. Yavaş yavaş tırmanmaya başladık. "Dakika 1 gol 1 durumu" ortaya çıkmıştı. Uzun bir zaman alacak dik tırmanış enfes Kaş manzaralarıyla devam ediyordu. Hedefimiz ince patikadan işaretleri takip edip seyirtepeye ulaşmak ve buradan Kaş manzarası seyretmekti. Neredeyse durmadan tırmandık.


Dik yamaçlarda mağaralar görüyorduk; kırlangıçlar böyle dik yerleri severler; bu akrobatik kuşlar uçurumlara doğru balıklama dalıyorlardı. Mağaraların bazıları oldukça derinlerdi. Zirveye çıktığımızda muhteşem Kaş manzarası da gözler önüne serildi. Burada bayraklı fotoğraflar çekildi. Antiphellos'a kartal bakışıyla tepeden baktık; kıpırtısız denizi kıpırdamadan izledik ve "yolcu yolunda gerek" sözüyle yola devam ettik.
Şimdiki hedefimiz Çukurbağ'dı. Çukurbağ, Likyalılar zamanında bile bir yerleşim yeriydi; o zaman da herhalde burada şaraphaneler ve bağlar vardı; zeytin ağaçları boldu. Çukurbağ, Akdağ'ın ve Yumrudağ'ın eteğindedir, rakımı 1400 kadardır. Seyirliktepeden sonra bir müddet düzlükte ilerledik ve yeniden tırmanışa geçtik. Bugünkü etap bir yükselme etabıydı.


Her zamanki gibi sürülere rastlıyorduk. Sürülere yaklaşınca köpekler tehlike yaratabilir diye başka zaman dağınık halde yürüyen ekip biraraya geliyordu. Çukurbağ'a vardığımızda Phellos 3 km levhasını gördük; süngerleriyle ünlü Antiphellos için 8 km yazıyordu! Patikalardan iyice tırmandıktan sonra bir levhaya daha geldik. Burada Antiphellos 11 km yazıyordu, yani Phellos'a gelmiştik!.. Bir de Hacıoğlan 14 km yazısı vardı. Hacıoğlan dün gittiğimiz yerdi. Normalde Hacıoğlan civarlarındaki bir levhadan yürümeye başlamamız, oradan Phellos'a gelip ardından da Kaş'a ya da Likyalıların deyişiyle Habesos'a inmemiz gerekiyordu. Ancak dönüşte seyirtepeden aşağıya inmek zor ve tehlikeli olacaktı. Bu sebeple rotayı tersinden yürüdük. Bana kalsa tabii ben kesinlikle ve tereddüt etmeden Fethiye'den her zaman Antalya istikametine doğru giderdim, yani rotaları haritada gördüğüm şekliyle, tek bir akış istikametinde yürürdüm, ama bu ters rota da, benim "Almanvari Düzenlilik Prensibime" çok aykırı olsa da güvenlik açısından daha doğru oldu, çünkü çıkışlar çoğu kez inişlerden daha güvenlidir. Ağaca çıkmak bile böyledir; bazen kediler görürüz, zıp zıp hemen ağaca tırmanırlar ama iş inmeye gelince orada kala kalırlar. Gruplayken, bana veya mantığıma yanlış görünse de ben gruba uyarım, yoksa uyum ortadan kalkar zaten.


Phellos'un bugünkü ismi Pınarbaşı'dır. Oradaki yaylanın ismi de Felen yaylasıdır. Etrafı surlarla çevrili bir kenttir burası. Bizim ulaştığımız yer Akropoldü ya da Akropolis'ti. Yunanlılar kentlerinin yüksek yerlerine bu adı vermişlerdir. Akroplis alanına dağılıp harabeler ve kalıntılar arasında dolaştık. Ben burayı çok sevdim, sebebi de esrarengiz bir havasının olmasıydı. Kalıntılar Vietnamvari sıklıktaki çalı çırpı ve ağaçların arasında kalmışlardı. Antik mezarlıklar, harika lahitler arasında insan İlkçağ sanatının tarlasında kendisini mutlu bir kuş gibi özgür hissediyordu. Phellos, M.Ö. 400 yıllarında çok önemli bir yerdi. Bugün Kaş dediğimiz Antiphellos sadece bir limandı. Tabii Kaş, sedir ağacını ve sünger ticaretini iyi kullanıp zenginleşmiş ve Phellos önemsizleşmiştir. Buranın bir özelliği de suyunun bol oluşudur, o nedenle Pınarbaşı derler. Delik Kemer örneğinde görmüştük, bazı kentlere 20 km uzaktan su getirilirdi. Akropolis'in doğu yamacında zengin su kaynakları vardır, bunlar Çukurbağ köyünü de beslerler.


Nazım bey burada da birkaç güzel şiir okudu. Yolumuz uzundu. 11 km kadar gelmiştik ve Hacıoğlan için de 14 km yazıyordu; hava sıcaktı. Bu etapta yaklaşık 25 km yürüdük diye tahmin ediyorum. Şule'nin adım ölçeri 36 binin üzerindeydi diye hatırlamaktayım. Akroplis'ten uzaktaki karlı dağları seyrettik. Bu, Akdağ denilen dağdı. Akdağ, Batı Torosların Kızlar sivrisinden sonraki en yüksek yeridir, 3024 metredir. Uzaktaki dağları ve artık biraz aşağımızda kalmış bulutları tepeden seyrettikten sonra, Phellos'un gizemli kalıntılarından hüzünle uzaklaşmaya başladık ve 4 km kadar yürüdük. Yolumuzun üzerinde Hacıoğlan deresi 10 km yazılı levhaya geldik. Bir müddet sonra ana yemek molası verdik. Bu etapta bende biraz bel ağrısı vardı. Kayalara, taşlara basmak henüz tam iyileşmemiş belimi yoruyordu. Genellikle saat 13'e kadar sorunsuz yürüyordum, 13'den sonra ayakta fazla durmaktan biraz ağrı başlıyordu, yavaş yürümek de beni yoruyordu, kendi tempomda yürüsem bu kez grupla mesafe açılıyordu.


Molayı su sarnıcının olduğu yerde verdik. Sarı çiçek tarlası şeklindeki ticari yollarda ilerledik; eli tüfekli beli fişekli bir çobana rastladık. İsmi Ahmet Erdoğan'dı. Yahya hocam önde ilerliyordu; neyse ki durdu, sanırım köpek seslerini iştimişti; biraz daha ilerleseydi, sürüyü korumaya çalışan 3-5 tehditkar köpekle doğrudan karşılaşacaktı. Çoban pek bir uyuzdu; köpekler bize iyice yaklaştıkları halde halen köpeklere bağırıp onları susturmuyordu. Adamla sohbet edip fotoğraf çektirdik.


Sanırım 22-23 km kadar yürümüştük. Mola verdik, son molaydı bu; Tahsin hocam esnetmeler ve sirtaki benzeri bir dans yaptı; sıcak çaylar içildi; yürüyüş bitti havasındaydık; en azından zihnen yürüyüşü bitirmiştik; dün geldiğimiz noktadaydık. Phellos 14 km levhasının tam önündeydik; dün gördüğümüz Antalya plakası da halen orada duruyordu. Orman içi dümdüz ticari yoldan Hacıoğlan'a gidip oradan da minibüse binecektik. Akşam 6-7 gibi varacağımız yere 3-4 gibi varmıştık ve çok sıkı bir tempoda ulaşmıştık buraya. Ankara'daki trekking grupları içinde sanırım bu yüksek tempoya pek ulaşılmamıştır.
Müslüm hoca dünkü bildiğimiz ve yürüdüğümüz yoldan değil kestirmeden gitmeye karar verdi ya da ekibin performansı iyi olduğundan ekibe güvendi, yolu uzatmak istedi. Dağlar arasındaki köylerin civarlarında bu köylere giden pek çok patika olur. Öyle sanıyorum ki Müslüm hoca yolu uzatmak değil kısaltmak istemişti esasen. Ancak tırmanmaya başladıkça "Olası kestirme patika" gecikti; epeyce ve zorlu bir tırmanış yaptık. Bu zorlanmanın temel sebebi fiziksel değil de zihinseldi; çünkü biz yürüyüşü zihinsel olarak aşağıdaki molada bitirmiştik zaten ve "lay lay lom" bir finiş beklentisi içindeydik; ayaklar gidebilirdi ama beyin gitmek istemiyordu, çünkü öteki rahat yoldaydı aklımız. Bu bölümde sinirler gerildi. Volkanlar duman çıkarmaya başladı, her an birisi lavları dünyaya gönderecek gibiydi; Jale, sıcak lavlar bağlamında ilk patlayan volkan oldu. Sanırım tırmanışta düşmüş ve bileğini biraz incitmişti; bunun da verdiği ekstra bir gerginlik içindeydi. Ben, Asuman'ın bir hayli geride kaldığını görüp durdum; manzaraya bakayım derken bütün ağırlığımı batonuma verdim ve de en pahalı batonlardan biri olan Comperdell batonum resmen yamuldu, yay gibi eğildi, yana yatarak düştüm, 1 taşın 1 sivri ucu dizimi kanattı, yukarıdaki sivri ucu da kemiğe çarptı. Bugün itibariyle henüz şişi inmedi.


Bu batonların her birinin dayanacağı ağırlıkları vardır ve ben de fazla yüklenmiştim. Asuman gelinceye kadar ben yamulmuş batonumu bir miktar düzelttim; ertesi gün Müslüm hoca daha ince ayar yapıp düzeltti. "Hacıoğlan Patika Gazisi" olarak eski batonumu aradım. Eski batonum ağırdı; ağır olduğundan daha sağlamdı. Bir baton ne kadar light olursa ya da ultralight olursa, yamulması da o denli kolaylaşır. Kısayken bir batonu yamultmak da zordur; boyunu ne kadar uzatırsak eğilmesi de o denli kolaylaşır. Jale'nin sıcak lavları karşısında Müslüm hoca sessiz kaldı; tabii yılların verdiği tecrübeyle "Sinirlenene sinirlenmemek, sakin kalmak prensibini uyguladı." Ben de doğrusu biraz sinirlenmiştim; ama ben sinirlenince pek konuşmam. Bu mesele ertesi güne kısa bir müddet damgasını vursa da daha sonra tatlıya bağlandı, yarı küskünler barıştı. Benim dizim henüz tatlıya bağlanmadı ama bu akşam üzerine bal döküp onu da tatlıya bağlayacağım!.. Yahya hocam bu kısımda da her zamanki iyimserliğiyle "Çok güzel, çok güzel, her şey güzel gidiyor, iyi ki geldik, harikasınız," diyerek moral dağıtıyordu.
Zorluk yaşamanın belki en iyi yanı insanın "Acı eşiğinin" yükselmesidir. Ben bir kez Selçuk'tan Meryem Ana'ya çıkıp geri gelmiştim; sıcaklık 45 dereceydi, yanımda sadece küçük bir pet şişe vardı; tek başıma 30 km kadar yol yürümüştüm. Ertesi gün 20 km bana çok kısa gelmişti. Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Uygar insan doğal olarak bir süre küsse de sonra barışır, geçmişi unutur. Ve şu meşhur sözü her zaman hatırlamak gerekir: Errare est Humanum: Hata yapmak insanidir, herkes hata yapar; hata yapmayan insan insan değildir, ya Tanrıdır ya bilinmedik başka bir şeydir.


Bir kez daha Hacıoğlan'daydık. Minibüsümüz geldi. Kaş'a gitmeden önce Kaş yarımadasını arabayla turlama kararı verdik; Cihan hanım gündüz vakti oraları gezmişti. Ben bu yarımada kısmını pek sevmedim; Büyükada'daki gibi çam ağaçları değil makilikler vardı ve adada yürümek isteyenler için pek bir yol yoktu, sadece asfalttan yürünebilirdi. İşte burada Nazım hocanın şiirde bahsettiği anı yakaladık:


"Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!"


Gerçekten de sanki ufukta bir yangın çıkmıştı ve bulutlar dumanlı bir perdeyle onun bir kısmını örtmüşlerdi. Akşam limana gidip balık yedik; yanılmıyorsam burayı Pervin hanım keşfetmişti. Müslüm hoca pek alkol içilmesini istemiyordu, çünkü ertesi günkü yürüyüşlerin performansını olumsuz etkiliyordu alkol. Tabii Tahsin hoca bir keyif adamıydı, rakıyı, mezeleri seviyordu. Puro da içiyordu ve bazen de özel soğan közletiyordu; bir mangal uzmanıydı. Yaşamın en büyük keyiflerinden birinin ya da az sayıdaki keyiflerinden en önemlilerinden birinin yiyip içmek olduğunu anlamıştı ve gereğini yapıyordu. Limandaki bir lokantaya gitmiştik. Dışarıda rüzgar esiyordu, limandaki yatlar tatlı bir şekilde sallanıyorlardı. Masalarımızın altında yine kediler cirit atıyorlardı. Güzel bir gün daha sona ermekteydi. Güneş doğuyor ve batıyordu; yaşamımız sürekli olarak kısalıyordu; hep gerçeğin peşinden koşuyorduk ama onu hiçbir zaman yakalayamıyorduk; her şey bir anıya, maziye, tarihe, gölgelere, alacakaranlıklara dönüşüyordu. Yaşamın en önemli gerçeğinin hayatın korkunç kısalığı olduğunu, bütün bu yaşananların bir anlamda önemsiz ayrıntılar, basit detaylar olarak sonsuz zamanın içinde yok olup gideceği bilinciyle sisler içindeki geleceğe doğru belirsizlik içinde yol alıyorduk. Ne dünü, ne anı ne de geleceği yakalayabiliyorduk. Yaşam gerçekten de bir doğa yürüyüşüdür; hep yürürüz, her şey geride kalır.
İşte yine bir müzik, Julio Iglesias, Aimer La Vie, Hayatı Sevmek, ruhumuzu neşelendirmek için:


http://videoizle.video75.com/lKV74CaLlCf/julio-iglesias-aimer-la-vie/



Mehmet Murat ildan

No comments:

Post a Comment