Friday, April 16, 2010

Likya Yolu Yürüyüşü -7



Bu yazımı Likya Yolu Yürüyüşü'nün son yazısı olarak kaleme, daha doğrusu klavyeye alacağım; son değerlendirmeleri yapacağım ve bloglarımın tozlu rafları arasına koyacağım; gerçi burada pek toz da yok gibi!..


Günlerden beri Fransızca "Grande Randonne" denilen işaretlenmiş yollarda yürüyorduk. Portekizliler bu kırmızı beyaz çizgilerle işaretlenmiş yerlere Grande Rota, Büyük Rota derler. Uzun mesafeli patikalar olan bu GR Yolları henüz Türkiye'de yeni sayılır. Fransa'da mesela işaretlenmiş uzun mesafe patikaları 60 000 km kadarlık bir uzunluğa ulaşmıştır. Bu işaretleme sisteminin Karadeniz'de de yapılması gerekir; eğer Karadeniz halkı buna karşı çıkarsa bu durum kesinlikle dikkate alınmamalı ve Karadeniz rotaları hızla işaretlenip Uluslararası ve Ulusal trekkingcilere sunulmalıdır. Avrupa'nın çok güzel uzun-mesafe yürüyüş yolları var, mesela Norveç'ten başlayıp İtalya'ya giden bir GR Rota var ya da Hollanda'dan başlayıp Polonya'ya giden rotalar var. Bunların çok ayrıntılı bilgileri olur; mesela "Level Walking Route" derler, yani inişi çıkışı olmayan, dümdüz parkurlar vardır. Her konuda olduğu gibi biz bu konuda da geride kalmışız. Tabii bu GR yollarının tamamını Türkiye'de 6 ay içinde tamamalayıp bitirmek mümkün, yeter ki istensin; bu tür işler çok hızlı bir biçimde tamamlanabilir. Fakat yöneticilerimiz yetersiz ve çok yavaşlar; vizyonları yok, ufkun derinliklerine bakacak keskin bakışları yok, ancak ceplerini görebiliyorlar.
Türkiye'de bir de Saint Paul Uzun Mesafe Yolu var. 500 km kadar. Yolun bir kısmının İsa'nın havarilerinden Aziz Pavlus'un Anadolu'ya geldiğinde izlediği yol olduğu söylenir. Türkiye'nin 2. uzun rotasıdır bu. 1000 km'lik bir Evliya Çelebi Rotası da önerilmiş. Biz şimdi yeniden kendi GR Rotamıza dönelim.
Yürüyüşün 6. günü olan 8 Nisan Perşembe günü hedefimiz Apollonia'ydı. Üçağız'daki meşhur Telemen pansiyondan minibüsle Boğazcık köyüne gittik ya da "Kılıçlı 1 km" yazılı levhanın önüne gittik diyeyim, bu bölümü pek iyi hatırlamıyorum. Bizim karabaşlar yine geceyi oralarda geçirmişlerdi ve bıraktığımız yerde bizi bekliyorlardı; bizi görünce aşırı bir sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. 1 km'lik çerez yürüyüşten sonra tepedeki Apollonia'ya vardık. Burası Kaş'tan 22 km uzaklıktadır. Likya Birliği kentlerinden biridir. L şeklindeki bir kayalığın üzerinde kuruludur derler ama ben pek L şekli algılayamamıştım.


Burada en çok hoşuma giden yerlerden biri Apollonia tiyatrosuydu. Tüm Likya'nın en küçük tiyatrolarından biriydi; 10 kişilikti sadece, herhalde özel konuklar için yapılmıştı!.. Kentin etrafında halen ayakta kalabilmiş surlar vardı. Bir kilise gördük; Bizans dönemine ait bir kilisedir bu. Apollonia'dan sonra "Sıçak Yarımadası" denen yere yakın Aperlai'ye gidecektik, ve Apollonia, Teke ve Sıçak yarımadaları arasında kalmış bir yerdeydi, Kılınçlı köyüne yakındı. Apollonia, Helence Apollon'un Yurdu demektir, yani Muratia dersek bu da "Murat'ın Yurdu!" olur. Biz, kentin akroplisini gezdik. Surların üzerinde yürüdük. Taşlara, tarihe dokunduk, taşlar da bize dokundu. Aşağıdaki ovalarda çirkin sera tarımcılığını gördük; ovanın yemyeşil görünümü naylon poşet şeklindeki seralarla kirletilmişti.


Köpeklerle birlikte lahitleri gezdik. Bunlar yüzyıllar önce mezar soyguncuları tarafından didik didik edilip tamamen soyulmuşlardı. Aperlai'ye doğru, yani denize doğru yol almaya başladık. Hava çok sıcaktı. Aperlai 7 km yazısını gördük. Yol üzerindeki sarnıçların yalaklarından karabaşlar su içtiler. Bu yalaklar ağaçtan oyma değil tenekeden yapılmışlardı. Tepelerden, yemyeşil duran denizi gördük. Aperlai oradaydı, Sıçak Yarımadası'nın Sıçak İskelesi'ndeydi!.. Bizi bekliyordu diyeceğim ama niye bizi beklesindi ki? Tabii ki beklemiyordu. İnsanlar buraya genellikle Üçağız'dan kayıkla ya da Kaş'tan tekneyle geliyorlardı. Biz, askeri bir operasyon gibi karadan kara birlikleriyle indirme yaptık.


Deniz içinde Yerebatan Saray misali duran bir lahitin önünde ana yemek molası verdik. Burası Purple House denen yere çok yakındı. Fazlaca bağırdığımız için bir adam bizi azarladı; Ülkü, adama baya gıcık oldu; esasen biz orada bizden başka hiç kimsenin olmadığını sanıyorduk. Bizim ekipte pek bir sessizleşme olmadı ve adam iyice sinirlendi; adamın sinir tellerini gerdikçe gerdik. Yahya hocam da adamın gönlünü almak lazım diyerek gidip onunla konuştu. Purple House'daki bu adamın karısı, "O hep böyledir," şeklinde bir şeyler söyledi; yani karısı adamın biraz "aksi biri" olduğunu ima etti.


The Purple House'un yani "Mor Ev'in" tavuklarının ve ineklerinin yanlarından onlara saygıyla selam vererek geçip yürümeye devam ettik. Yahya hocam bazen bir kaplumbağa görüp ona yol soruyordu!.. Benim bu bölümlerde çektiğim fotoğraflar hafif buğulu çıktılar, çünkü deniz içindeki lahiti sıfır açıdan çekmek isterken objektife su damlamıştı daha doğrusu deniz suyu, denizden objektife çekirge gibi durup duruken yukarı doğru sıçramıştı. Makineyi her kullanımdan önce ayarları ve camının temizliğini mutlaka kontrol etmek gerekir yoksa emekler boşa gidebilir. Yolda ilerlerken Nazım hocanın bağırmasını duyduk. Bir yılan görmüştü. Yılan, hareketsiz duruyordu. Herhalde ölü ya da çok ağır hareket eden bir şey derken birden ok gibi fırlayıp taşların arasında yok olup gitti, çünkü ölü taklidi yapıyordu.


Aperlai batık kenti gerilerde kalmıştı. Epey bir yürüdükten sonra "Kılıçlı 15 km, Kapaklı 10 km" levhasına geldik. Üçağız limanına gelmiştik. Tekne gezisi yapmaya karar verildi. Sahillerde dolaşacaktık. Turkuaz renkli sularda gezintiye başladık. Buralarda antik kalıntıların bulunduğu bazı yerlerde "Sea Kayak" denilen ve eskimolardan günümüze kalan kano doğa sporları yapılmaktadır. Eğer zamanımız olsaydı doğrusu Kekova antik kalıntıları üzerinde kürek çekerek kano turu yapmayı isterdim. Rotamız Kekova'ya doğruydu. Kekova denince de başına sıfat koyup "Kakaolu Kekova" demek geliyor içimden nedense!.. Kekova, Kaleköy (Antik Simena) ve Üçağız (Antik Teimioussa) köylerinin biraz açıklarında bulunan bir adanın ismidir, adada in cin top oynar. Oldukça büyük bir adadır bu, yani haritada büyükçe görünür. Batık kentten dolayı ünlüdür.


Teknenin içinde bir dolap vardı. Kaptan bu dolabı açtı ve içinde bir camlı bölüm çıktı. Bu bölümden aşağı bakıldığında sular altındaki antik kalıntılar, küpler vs. görülebilmekteydi. Nergiz IV isimli tekneyle yarın karadan gidip göreceğimiz Kaleköy'ü de uzaktan gördük. Orada Rahmi Koç'un da bir evi varmış. Koylardan birine yanaştık; Müslüm hoca ve Ülkü yüzdüler. Müslüm hoca suya çivileme dalış yaptı. Mayomu almadığım için ben yüzmedim; zaten "Tadımlık" olduğundan mayom olsaydı da yüzmeyecektim. Kısa bir yüzüş oldu. Güneş batmaya başlamış, denizden gelen harika pırıltılar iyice artmıştı; güneş, insanın sırtına vuruyor, kemikleri ve teni tatlı bir şekilde ısıtıyordu; koydan ayrıldık. Yeniden Telemen'in Evi'ne geldik.


Süleyman bey akşam bize Külah balığı yapacaktı. Bu, Türkiye için yeni bir balık çeşidi sayılabilir. Esasen Hint Denizi ve Kızıldeniz balığıdır; ama artık Antalya civarlarında da görülebilmektedirler. Telemen bey, eğer beğenmezsek parasını almayacağını söyledi, çok iddialı konuştu. Bizde bunu hem sıradan halk ve hem de siyasetçilerimiz sıkça yapar. Öyle iddialı konuşurlar ki bir şey yapacak sanırsınız, ama sonuç palavra çıkar; reklamı iyidir, ama gerçek fos çıkar; şişme balonlar patlamıştır. Çorbalar geldi, afiyetle içtik, balıklar geldi, ama sadece geldi, pek yiyemedik, yemeye çalıştık, ucundan kopardık, kayış gibiydi; sağından kopardık lastik gibiydi ya da odun gibiydi!.. Gerçekçi olmak gerekir; Pollyanna gibi davranıp balığı silip süpürmek yerine gerçekçi olup balıkların önemli kısmını yemeden bıraktık, çünkü hayata bir kez geliyoruz, çünkü iyi olanı hak ediyoruz, iyi olanı yemek istiyoruz, çünkü midemiz çöplük değil, kaliteli olanı arıyoruz ve o gece bu sebeple biraz aç kaldık!.. Kıyıya inseydik herhalde daha iyi bir yer bulacaktık ama Telemen usta bizi yaktı!.. Belki de onun için, yani onun gözünde bu balık iyi bir balıktı ama bana öyle geliyor ki, aylardır buzlukta duran kalmış balıkları bize kakaladı!.. Telemen'deki son gecemizi de geçirip 9 Nisan Cuma günü Üçağız Demre'ye doğru yürüyüşümüze geçtik.


Kıyıdan, lahitlerin arasından Likya işaretlerini bulup gitmeye çalıştık olmadı; bu bölümde işaretler pek açık seçik değildi, sağa sola gizlenmişlerdi; köy meydanına köpeklerimizle geldiğimizde bir kıyamet koptu; meydanın öteki köpekleriyle bizimkiler savaştılar; bizler, masum ve masumeler, ya da mağdur ve mağdureler, savaşın ortasında kalakaldık; hep böyle olmaz mı, savaşı başkaları çıkarır, arada masumlar gider. Bir anda bütün köy uyandı!.. Geçtiğimiz pansiyonların önlerindeki sahipleri, "Lütfen yavaş konuşun" diye bizi uyarıyorlardı. Burada özellikle sabahları aşırı bir dinginlik vardı, en küçük ses kulağa batıyordu. Yürüyüşümüzün sonunda Kaleköy uzaktan göründü. 3 km kadar yürümüştük. Kapaklı 7 km yazan levhanın önünden kaleye gidip geldik.


Kalede çok güzel bir ilkokul vardı; Rahmi Koç'un bir hediyesiydi sanırım. Kale manzaraları, kaledeki incir ağacı kokuları etkileyiciydi. Nazım hoca, Facebook profili için birkaç özel poz çektirdi. Kaleköy'ün antik ismi Simena'dır. İskeleden denize de girilebiliyordu. Ben, Şule ve Jale arkaya pek bakmadığımız için, herkesin de arkadan geldiklerini sandığımızdan Kapaklı levhasına geri dönüp iskeleye inenleri bekledik. Mezarlığın yanında, pek hoş bir serinlik vardı. "Takdir Allah'ındır," türünden yazıtları okuduk. Şule, ilerideki seraya gitmek istedi; biz köpek falan olur gitme dedik, sonra o domates alacağım diyince, tamam gidebilirsin dedik!.. Birazdan Şule 15 kadar domatesle geri döndü. Burada 2 Alman turistle biraz konuştuk, onlar yola devam ettiler; bir süre oyalanıp bizi beklediler, herhalde güvenlik açısından kalabalık daha iyi olur dediler ama biz mezarlıktaki gölgelikte uzunca kaldık.


Seradaki domatesler ilaçlı değilmiş; çünkü köylümüz kurnaz, kendi yediği domatesi ilaçlamıyor; köylü, artık milletin efendisi değil milletin katili oldu!.. Mesela, ilaçlama yapıldıktan sonra diyelim ki 2-3 gün geçip öyle piyasaya sürülmesi gerekirken bazen aynı gün ilaçlı domates şehre satılmaktadır; çünkü memlekette ahlak kalmadı. Ahlak nedir? En basit tanımını vereyim: Ahlak, başkasına zarar vermemektir!.. Her kim ki birisine zarar verir, o ahlakın dışında çıkmış, ahlaksızlaşmış demektir!.. Neyse, yine papazlığım tuttu! Aylık 10 000 Euro verirlerse bir kilisede papaz vaazları verebilirim, azı kurtarmaz, çoğunda ise gözüm yok!..


Bugünün ve bütün günlerin modası yürümekti; modaya uyduk, yürüdük. Eli tüfekli bir çobana rastladık; oğlaklarını köpekler yemiş; yani o öyle söylüyor, doğru mu bilemem, bizim köpekleri de vurmaya niyetliydi; onlar bizimle beraber diyince tamam dedi. Terk edilmiş sandığımız bir kafeteryada mola verdik. Sonra 1 adam çıktı; dalgıçlar da varmış denizde. Orada epeyce yaşlanmış, artık ölüme yakın olduğunu sandığım deve gibi büyük bir kangal gördük. Nazım hoca burada yine espiriyi patlattı: "Bu Kangal, Kangal değil mi?" dedi!.. Bu kangal meğerse yavruymuş ve 9 aylıkmış!.. Kangallar Alman köpeklerinden daha zekidir; aslan cüsseli bu köpekler özellikle çocuklara karşı naziktirler. Bunlar öyle cesurdurlar ki Afrika'da aslanlarla da dövüşürler, sürüyü korurlar.


Üçağız'da köpeklerimiz 3'e çıkmıştı. Sarı bir köpek de peşimize takılmıştı. Büyük çakılları olan bir kumsalda denize girme molası verildi; tabii ben klasiğimi bozmadım ve "Tadımlık denize girişi" reddederek sadece ayaklarımı havalandırdım. Tahsin hocam da kendi deyimiyle "Tumanıyla" denize girdi. Yürüdük ve yürüdük ve nihayet Çay Ağzına geldik. Çay Ağzı'nın antik ismi Andriake'dir. Buralara yakın bir köprünün üzerinde de, değerli arkadaşlar Andriake Kafe'si yazısını hatırlayacaklardır. Bizim Almanlar buraya kamp kurmuşlardı, gidip selam verdim, hal hatır sordum, iyi şanslar diledim. Çay Ağzı, Tahsin hocamın şansızlıkla fotoğraf makinesini kaybettiği yerdir. 10 gün boyunca büyük bir emekle çektiği fotoğraflar da kayboldu. Aslında orada 11 kişiydik ve bu da 22 göz eder!.. Hiçbirimizin yerde duran fotoğraf makinesini ve gözlüğünü görmeyişimiz de biraz "Basiretimiz bağlandı" şeklinde de yorumlanabilir. Olayı yine ahlaka bağlayacağım. Şimdi burada makineyi ilk gören yabancı kişi ne yapacaktı? Hemen 5 metre ötedeki bara bırakacaktı ve biz sonra geldiğimizde onu oradan alacaktık!.. Namuslu insanların olduğu bir ülke ve dünya yaratmak zorundayız!.. Ben Japonya'dan şöyle bir şey hatırlıyorum. Biri bir şey bulunca küçük karakollardan birine bırakıyormuş; 1 hafta gelen olmazsa o bulunan şey bulanın oluyormuş. Güzel bir sistem!.. Ahlaklı insanların olduğu bir toplum yaratamazsak her şey boşuna. Makineyi alan dingil kişi birazcık namuslu olsaydı, naylon poşet içine fotoğraf kartını koyup ağaca asabilirdi!.. Boşuna konuşuyoruz! Köylüsü de kentlisi de ahlak meselesinde daha 1 milyon fırın ekmek yemesi lazım. Evet, yeniden Papaz vaazlarıma başlamadan yazıya devam edeyim.

Artık Demre'deydik; Demre öğretmenevinde kalacaktık. Plaja sıfır değil ama +1 konumda bir yerdi. Demre'nin antik ismi Myra'dır. Aziz Nicholaus burada piskoposluk yapmıştır. Otel odasına girince pek çok ayrıntı bizi bekler; ben hemen güneş gözlüğümü sabunlarım; tozluğu yıkarım, su mataralarımı yıkarım, duşa dalarım, ayağımı pudralarım. Gözlük diyince şimdi aklıma geldi: Asuman güneş gözlüğünü Aperlai civarlarında kaybetti. Bir şey kaybetmemek aslında pek zordu; çünkü üzerimizde bir sürü aksesuar taşıyorduk. 9 Nisan Cuma günü yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Demre Öğretmenevinin koridorunun çatısı yoktu; yağmur yağınca otel odalarının açıldıkları koridor da ıslanıyordu!.. Deniz kenarında yemek yemeye gittik. Hacıoğlan'da kanayan dizim kabuk bağlamıştı bile; vücut kendi kendine bunu halledecekti; vücuduma bütün yetkiyi vermiştim, bu işi çöz demiştim!.. Akşam yine balık yedik; ben levrek istemiştim ama sanırım Çupra gelmişti; balıklar güzeldi. Kırmızı şarap da hoştu. Hemen plajın önündeydi bu lokanta. Müslüm hoca son gün bu kumsaldan 11 taş toplamıştı ve hepimize teker teker sordu: "Kumsalda bir taş olsaydın hangisi olurdun?" Ben kırmızı bir taş seçtim; üzerlerine isimlerimiz yazıldı ve Müslüm hocanın taş koleksiyonuna katıldı.


10 Nisan Cumartesi günü Çay Ağzında Tahsin hocanın makinesini son bir kez aradıktan sonra Sura'ya gittik. Yol boyunca Nazım hoca etkinliği hiç üşenmeden kameraya almıştı; bunları daha sonra CD şeklinde ekibe sunacak. Bir süre sonra "Sura 3 Km" levhasına ulaştık. Asfalttan giden zevksiz bir yoldur bu. Sura'da yine bir çoban bizi karşıladı. Sura, küçük bir Likya şehriydi. Kahinlerin kehanet yaptıkları yerlerde dolaştık. Tahsin hocam fotoğraf makinesinin kayboluşunun verdiği hüznü üzerinden attı ve yeniden neşelendi. Yol üzerinde Myra'ya giden ve dar vadiden yukarı doğru yükselen hoş bir yol gördük ancak 10 km yazdığı için oraya sapmadık. Minibüsümüzü bir noktaya çağırıp oradan doğruca Myra antik kentine gittik.

Myra etkileyici bir örenyeridir; "Yüce Ana Tanrıçanın Yeri" anlamına gelir. Buradaki kaya mezarları tam fotoğraflıktır. Açık hava tiyatrosu enfestir. Yukarıda biri oturup fısıldasa aşağıdakiler bunu duyabilirler ki Tahsin hocayla bunu denedik. Myra'da uzunca bir zaman geçirdik. Ben çok acıkmıştım ve de harabelere konsantre olamıyordum, "Aç Murat kesinlikle oynamaz!" Benim için oyun bitti! Minibüse döndüm, dönmeden önce de güneş gözlüğü takmış çok şeker küçük bir çocuğu fotoğrafladım. Güneş Ülkesi'nden daha önemlisi kıymalı pidelerdi artık benim için!.. Açtım, gerçekten çok açtım!.. Çok hoş bir Gaziantep Lokantası bulduk. Burada dünyanın yemeğini yedik; tadımlık kuşbaşılı pide beni tatmin etmediğinden ben akşam bu kez sadece kendime tam bir porsiyon aldım. Acılı Adana da çok lezizdi. Müslüm hoca herkesin tabağından bir şeyler aşırdı. Ben bu lokantayı sevdim, servisi yavaştı ama yemekleri güzeldi; midemiz biraz et gördü, urfa kebapla, haydariyle, humusla kendimize geldik; ama künefe başarılı değildi. Öteki her şey başarılıydı; Gaziantep mutfağı mükemmel bir mutfaktır. Bu arada Kültür bakanı da Demre'deymiş; akşam bir konser vardı ve konser ekibi de bizim öğretmenevinde kalıyorlardı.


Noel Baba müzesine gittik. Noel baba yani Santa Claus ya da Nikolau bir Hristiyan azizidir. Myra'da yaşarmış, tabii bu bir efsane de olabilir. Pek bir belge yok. Patara'da doğup Libya ve Mısır'a gidip sonra Myra'ya dönüp piskopos olmuştur. 1863 yılında Thomas Nast diye bir karikatürist Noel baba resmi çizmiş ve bu imaj öylece kalmış. Bu Noel Baba hikayelerinin çoğu İskandinav Mitolojisinden gelir, yani palavradır, ama güzel bir palavradır!.. İskandinav tanrısı Odin çocuklara şeker ve hediye dağıtan bir tanrıymış.

Akşam oldu; klasik müzik konserine gittik. Kültür bakanı geldi; sanki mafya gelmiş sandım, 20 tane koruması vardı; ayıp denen bir şey var! Bir kültür bakanının bu kadar koruması olmaz! Bülent Ecevit Nevşehir'de üzerine çapraz ateş açılırken bile yanında birkaç koruması vardı, yere bile eğilmedi, ayakta dimdik yürüdü. Biraz cesaret! Korumaların gölgesine sığınarak siyasetçi olunmaz, biraz cesaret! Halkın arasına korumasız giremiyorsanız hiç girmeyin daha iyi, gidip bir yerlerde tavuk besleyin!..
Evet, konser başladı, dakika 1 gol 3! kemanın, viyolonselin, flütün yanında davul, saz ve klarnet de vardı. Bakana sevimli görünmek için müziklerde "Batı Doğu" sentezi denilen ucube bir "balans ayarı" yapılmıştı. Ortaya sentez değil ne doğuya ne batıya uyan gulyabani bir şey çıkmıştı. Konseri bıraktık ve Gaziantep lokantasına gittik ve yedik ve içtik ve Likya Yolu Yürüyüşü etkinliği sona erdi, çünkü her şey sona ermek üzere planlanmış bir evren düzeni vardır!.. Her şey başlar ve her şey biter ve o yüzden bu yazı da bitti!.. Akşam duygulu konuşmalar yapıldı. Yahya hoca Müslüm hocadan bahsederken, onun buz gibi bir havada eğitim alanların bütün malzemelerini tek tek kontrol ederkenki azmini anlatırken Müslüm hocanın gözleri doldu. 11 Nisan Pazar sabahı Finike'den Ankara'ya hareket ettik. Yahya hocam da eşinin baş harflerinin plakada yazılı olduğu özel arabasıyla bizden ayrılıp yazlığa doğru, Antalya yönüne hareket etti.
Katılımcı arkadaşlara teşekkür ediyorum; uyumlu bir etkinlik oldu; herkes olgundu; herkes sınırlarını biliyordu ve bense açım, halen açım!.. Bu yazıları sonuna kadar üşenmeden okuyan arkadaşları da tebrik ediyorum, çünkü ben bile henüz okumadım, sadece yazdım!.. İngiliz Sunday Times gazetesinin Dünyanın En İyi 10 yolundan biri olarak seçtiği bu Likya parkurunda hayallerimiz zenginleşti ve bilgimiz arttı: Scientia est potentia, Bilgi güçtür, kuvvettir!..
Bu gezinin ruhunu Yahya hocam yarattı; bu ruha hareketi Müslüm hoca verdi ve biz de gezinin hevesli bedenleri olarak yürüdük ve yürüdük ve ben halen açım, çok açım!..
Ressam, matematikçi ve şair Hasan Tahsin Çetin'in yazdığı Likya Yolları'ndan Bir bölüm:
"Horoz sesleriyle uyandık şafakta
Düşüldü yollara alaca karanlıkta
Halımıza bakmadan
Hasan Dağı'nda odun eyledik
Denizine girip serinledik
Güzelim Likya Yollarında."
Yazımı yine bir müzikle sona erdiriyorum, önceden de bir kez yollamıştım, hoşuma giden bir parça, Götür Beni Gittiğin Yere, Ferhat Göçer:
"Aşkındır beni yaşatan, beni hayata bağlayan...
Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam, tek başıma yalnız kalamam..."

Mehmet Murat ildan


No comments:

Post a Comment